5. Kayıt
Bu sabah okunacaklar, redaksiyonlar ve anlatılacak şeyler nedeniyle erken uyandım. Bu kadar erken uyanabilmiş olmayı hayra yormaya çalıştım. Üzerine bir de kendimi Dücane Cündioğlu gibi hissettim. Bir zamanlar yakinen tanırdım. Çalışkanlığına ve üretkenliğine hayranım Dücane Hoca’nın.
Konumuz bu değil. Gerçi bir konumuz da yok. Bilemiyorum.
En son yine kötü insan gazabına uğrayıp buralarda atar yapmış, öfkemi yazarak bastırmıştım. Eskiden olsa belki canlarına okur, onları doğduklarına pişman filan ederdim. Ya büyüyorum ya yaşlanıyorum ya da artık tepki göstermeye değer bulmuyorum. Yine de hâlâ üzerine basa basa iddia ediyorum ama; hayat çok zor!
Geçtiğimiz gün, işte o öfkeme yenilmediğim akşamüstünde kapı çaldı. Galiba kapının çalmasının muazzam şaşırtıcı olduğu günler geçirdiğimiz için telaşla ve koşarak kapıya yöneldim. O birkaç saniyede insanın aklından neler geçiyor, tahmin bile edemezsiniz. Güya her ihtimali tarıyor, düşünüyor ve eliyorsun. Fakat ihtimal verdiğinin dışında bir şeyle karşılaştığında o işte sürpriz oluyor. Ve sürpriiiz. Çook uzaklar gönderilmiş kocaman bir lilyumlar, beyaz gülller ve çikolatalar.
Kendimi istemeye gelinmiş gibi hissettim bir anda. O kocaman beyaz lilyumların kokusu evi nasıl sarmaladı anlatamam. Koku müthiş bir şey. Sizi alıp kolaylıkla bambaşka zamanlara, bambaşka yerlere götürüveriyor.
Afili çikolata kutusunu açıp, çiçekleri salonun en güzel köşesine yerleştirirken kartın üzerinde Elif’in adını gördüm. Elif’i beynimde lilyumla kodladım. Geçtiğimiz Eylül’de, gelirken de kucağından taşan çiçekler getirmişti. Sonra düşündüm; bazı insanlar bazen değil, hep insanlar. Cansu var mesela. Cansu da gelirken çiçeklere sarılır. Sonra ben hem Cansu’ya hem çiçeklerine hem de Elif’e sarılırım.
Birine çiçek almak, çiçek götürmek, çiçek vermek ne zarif bir eylem… Çiçek kelimesinin kendisi bile tebessüm ediyor. Hediye edilen nasıl mutlu olmasın.
Sokağa çıkmak yine yasak… Güneş en tepedeki yerine konuşlandı. Acaba kaç hafta daha böyle ufalanıp ve ufalıp gidecek. Havanın güzelliğindeki çekiciliğe direniyorum bu günlerde. Bu savaştan galip çıkabilmek için şu an yenilmiş numarası yapmamız elzem. Herhalde bin yıl düşünsem böyle bir kurgu yapamazdım. O nedenle okumalarda ütopyalara, distopyalara sarıldım. Her seferinde yarım kalan 1984’ü tamamladım. Şimdi masamda Andrew Nikiforuk’un Mahşerin Dördüncü Atlısı kitabı var. Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi alt başlığı ile göz kırpıyor. Ama ne yalan söyleyeyim aklım Dostoyevski’nin Budala’sında. Onun da hikayesini başka zaman anlatacağım.
Sağlıklı depresyonlar dilerim.
4. Kayıt
Aslında size televizyonsuz bir hayattan bahsedecektim, bir önceki kaydımda sözüm vardı ama son yirmi dört saat içerisinde o kadar büyük hayal kırıklıkları yaşadım ki, bu saatten sonra size ancak “vizyonsuz” bir hayattan bahsedebilirim.
Canımlar, değerlilerim… Size yaşamım boyunca en zor öğrendiğim bir gizemi aktaracağım şimdi; hayatta gerçekten kötü insanlar varmış. Yıllar evvel, henüz otuzlarla müşerref olmamışken, yine de dünya telaşı içerisinde zamanı öğütüyorken, karşılaştığım haksızlıklar nedeniyle bir akşamüstünde ağlaya ağlaya babamı aradım. -Bu arada benim, kendisi çekip gidene dek hayattaki en yakın arkadaşım hep babamdı.- Babam, uzun öyküler anlatmayı sever, psikolojine nokta atışı yapabilen bir adamdı. Ona sorduğum şu soru karşısında daha sonra yıllarca sürecek bir tefekkürle sarmalandığına eminim. “Baba! Bana dünyada kötü insanların da olduğunu niçin söylemedin hiç?”
Mutlak kötü değil belki söylediğim. Belki aşını, yaranı, yolunu paylaştığın ve her şeye rağmen seni bamtelinden vurabilecek olanlar. Hayatı boyunca hiç çalışmamış, üretmemiş, ömrünü mutfağında kahve ve sigara tüketerek geçirip, kendi küçük kırsallarında, ki ben oralara onların otlağı diyorum, dedikodu örgütleri kurup, üzerine bir de hayal güçlerini serpiştirip, her geçen gün kalbinin ne kadar kir bağladığını fark edemeyecek kadar gönlü körleşen insanlar varmış. Gerçekten artık böyle insanların varlığına ve sahiden bununla hayat bulduklarına şahit oluyorum. Hani derler ya, bir yaşıma daha girdim diye, ben şu an takribi doksan yaşımda filan olmalıyım öyleyse. Çünkü çok fazlalar. Çok kötüler. Çok dedikoducular. Çok terbiyesizler. Kendilerinde her şeyi had görüyorlar. Yaşlanmış, buruşmuş, sağlıklarını içtikleri ilaçlara borçlu oldukları hâlde, birinin hayatına dokunmayı asla tercih etmedikleri hâlde, birilerinin iyi bir şeyler yapmasını hasetliklerinden kabullenemiyorlar da! Mahvoluyorlar. Üzerlerine yürü, yüzlerine vur diye seni öyle bir tahrik ediyorlar ki, bazen sabırda peygamberliğe oynayasın geliyor.
Masanın başında da yangında kül bırakmıyorlar. Aşağı çekmek istiyorlar seni. Senin, onların çamurlarında kirlenmeni istiyorlar. Bırakmıyorlar.
En kötüsü de hep içimizdeler, çok yakınımızda. Öyle kör, öyle cahiller ki. Sustuğunda, an geliyor kendi kendini yüksek sesle, yalnızken onlara cevap verirken buluyorsun. Öyle beynine, uykularına işlemeyi beceriyorlar. Tıpkı çirkin cadılar gibi… Konuşsan biliyorsun ki sen hep daha üst perdeden anlatacaksın ama onların elindeki bilet bile sahte. Bu oyundan kocaman bir hiçle ayrılacaklar biliyorsun.
Böyle insanlar, pis pastanelerin merdiven altı kremalı pastaları olur ya… Gıda boyalı olan hani. İşte o sağlıksız pastaların üzerindeki asla tadına bakılmayacak, sürekli tabakta bir kenara itilen çirkin krema gibiler. Hiçbir zaman minik ve cüruf dedikodu gruplarının ötesine geçemeyecek, her gün kendi pisliklerinde biraz daha boğulacaklar.
Varlıkları, bizi ancak diğer kendileri gibi kötü insanlara karşı bağışıklık sahibi yapacak burası kesin. Onlar ise küçücük beyinleriyle dedikodu yaparak ölecek ve inandıklarını, iman ettiklerini iddia ettikleri ahirette kendi günahlarını ne şekilde saklayacaklarının telaşına düşecekler.
Son olarak; umarım Allah onları affetmez ve iki dünyaları da burunlarından gelir!
**
Bugün gerçekten hayal kırıklığı doluydum ama yarın size lilyumları anlatacağım. Bu kötü kokan yazı yerine, yarın bahar gelecek buralara.
Siz güzelsiniz, güzel kalın.
3. Kayıt
Akşamüstü başladığım Netflix nimeti Atiye dizisi nedeniyle sabah gün ışıdığında uyuyabildim. İzleyenler hak verecektir ki sonra da uykum süresince rüyamda kâinatı kurtaracak hazineleri filan aradım. Birçok altın yığınları gördüm. Uyandığımda rüyayı hayra yorup zenginliğe işaret, diye sebeplenmeye çalışmadım. Dizinin etkisinde hayli kaldığımın farkındaydım.
Sizi bilmem ama bana günler müthiş bir hızda geçiyor. Nisan ayını bile yarıladık ve okunacak o kadar çok şey var ki izahı zor. Bazen keşke biraz daha yavaşlasa zaman diyorum. Sürekli uyuduğum için ertelenmiş işler sanırım bu distopik süreç sonunda suratıma çarpılacak.
Uzandığım yerde dünya gündemini takip etmeye çalışırken bir deprem, bir yangın, radyasyon, yanardağ patlaması, yeni tür salgın haberlerini okuyup içimden ‘kıyamet kopacaksa kopsun artık’ dedim. Bu kadar sürüncemede kalması doğru değil dünyanın. Çünkü ne demiş daha çok elde gezen düşünür Nietzsche, ‘ümit işkenceyi uzatır’. İnsanlık yavaş yavaş tükenmeye başladı zannedersem. Ha bu arada Nietzsche’yi hiç bakmadan ezberden doğru bir şekilde yazabiliyorum ben. Hem de yıllardır. Kim bilir belki bir gün Alman bestekârlar ve Fransız yazarların adlarını da ezberden ve doğru yazabilirim.
Buralara kadar geldiğiniz için üzerimde faydalı cümleler kurma zorunluluğundan doğan öyle bir ağırlık var ki, hem de nasıl, anlatamam. Kitap tanıtayım, film önereyim diyorum fakat gel gör ki benim kendime ne kadar faydam var bilemiyorum.
Fakat biraz tarih, biraz mistisizm, varoluş, arkeoloji gibi yani sosyal disiplinlere meyliniz varsa Atiye zaman geçirmek için iyi bir öneri olabilir. Ben yanına kahve alıyorum. Siz çekirdek ve çay çiftiyle de ortamı şenlendirebilirsiniz.
Yarın size televizyonsuz bir hayattan bahsedeceğim. Sağlıklı depresyonlar dilerim.
Babasının kızı. Sağlıklı ömür diliyorum sevgili Zeynep. Karanlıkta kaldığınız geceleri aydınlatan o cam içindeki küçük torbalı ismini bilmediğin o alet çocukluk yıllarımızın en büyük ışık kaynaklarından “lüks” idi. Binleri aydınlatıp gönül dünyalarına ışık olan bir babanın evladına selamlar sevgiler gönderiyorum. Güzel günler yakın olsun inşallah. Nazmi Polat-Samsun
Derinlerden geleni kaleme almak ve hayat ta olanın anlatımı ancak bu kadar net kağida dökülebilirdi,yeni sayfanda huzur ve sağlık bir arada bolca neşe ile alasın. Sevgiler Zeynep hanım.