13 Mart ‘17
Bugün işe gitmedim. Canım istemedi. Uykuyla uyanıklık arasındaki o yarı bilinç anında aldım bu kararı: bugün işe gitmeyeceğim. Gerçekten hasta olduğum ya da aralıksız yağan kar nedeniyle evden çıkamadığım günleri saymazsak on üç yıllık iş hayatım süresince ilk kez böyle bir şey yapıyorum.
Yine de çok geç uyandığım söylenemez. Saat 10.30’du. Kalktım. Dolapta bir şey yok. Evvelâ berbere gittim, iki haftalık sakalımdan kurtuldum, gençleşip efendileştim. Kendimi iyi hissettiriyor, tıraş sonrasında temizlenmiş yüzüme bakmak aynada. Sonra ekmek ve kahvaltılık bir şeyler aldım. Sucuklu yumurta ve portakal suyu iyi geldi.
Biraz belgesel seyrettim, yakın Türkiye tarihine dair. Tanıkları dinlerken düşündüm: Olanların üzerinden uzun zaman geçince herkes nasıl da daha yumuşak, daha anlayışlı, daha kibar konuşuyor. Bugünlerin de üzerinden yirmi otuz sene mi geçmeli?
Sıkıldım. Biraz okumak istedim. Demir Özlü’nün “Paris Günleri” adlı ince kitabını karıştırdım. Sartre’ın, Camus’un oturup tartıştıkları kafelerde -mesela Cafe de Flore’da- oturmak, hırsla kâğıda kaleme gömülmüş notlar tutan kalabalığa katılmak isteği duydum. Geçen yaz yaptığım gibi… Ah Paris… Paris: Türk aydının kıblesi.
Bu günlüğü, Demir Özlü’nün notlarını okuyunca bugün tutmaya başladım. Hilmi Yavuz’un “Geçmiş Yaz Defterleri”ni, Cemil Meriç’in “Jurnal”lerini ya da Oğuz Atay’ın “Günlük”ünü de okudukça, “ben de böyle notlar tutmalıyım” diyordum zaman zaman. İnsan geçmişi çabucak unutan, akıp giden zaman içinde değişen düşüncelerini hatırlamayarak bugününe göre “yeni bir geçmiş” yazan, geçmişi “eğip büken” bir varlık. Değişmemişizdir biz! Bugün ne düşünüyor ne hissediyorsak dün de tıpkı böyle düşünüp hissetmişizdir.