1992 yılında, elinde bir “Adak” kaseti, Nevşehirli Yunus tanıştırdı Konyalı Kubilay ile Yozgatlı Süleyman’ı. Orta Mordor’un üç köşesinden üç genç, Bilkent gibi temelde bir Elf diyarı olmak üzere kurgulanmış bir vahada biraraya geldi. Sonra aralarına Mordor’un diğer yörelerinden (Sivas, Elazığ, Çankırı, Maraş, Kırşehir, vb.) arkadaşlar da katılacaktı, beraber çok yol yürüyeceklerdi, ama bu üç gencin ve diğerlerinin tekâmülü; coğrafyanın icbar ettiği Ork özelliklerini etraflarındaki Entler, Goblinler, Troller, Cüceler ve Elfler’i nazar-ı itibara alarak iyileştirmeye çalışmak yönünde olacaktı. Yunus’un uzun ve hâlen süren Hollanda, Süleyman’ın Pakistan ve Fransa, Kubilay’ın ABD tecrübeleri de aslında bu bitmeyen tekâmül yolculuğunda birer basamak teşkil edecekti; kökleriyle barışık kalarak dünyayı anlamak ve Mordor’u iyicilleştirmeye karınca kararınca katkı sağlamak…
*****
“Nereden çıktı bu Mordor hikâyesi?” demeyin. Sanırım 1998 yılıydı, Süleyman bana “Yüzüklerin Efendisi” diye bir üçlemeden bahsetti. Yeni olan her şeye karşı mesafesiyle bilinen ve ihtiyat aralığı çok yüksek olan bendeniz, Süleyman’ın “ama neredeyse klasikleşti” yolundaki ısrarlarını da klasik kelimesi üzerine mugalata yaparak püskürttü. Üstelik ben daha önce Tolkien diye birini duymamıştım, nasıl klasikleşmiş olabilirdi ki? Hadd-ı zâtında fantastik edebiyata da pek öyle ilgi duyan biri değildim. Ama Süleyman bu, hemen pes eder mi? Bu kez yazarın kimliğinden bahsetti, işin içine casusluk ve istihbarat detayları da katarak süslemelerini sürdürdü, meselenin o kısmının ilgimi çekeceğinden emindi. Zâten hep böyle yapardı, Umberto Eco’yu da benzer bir pazarlama taktiğiyle bana sevdirmişti, ne de iyi etmişti. Nihâyet onu kıramadım ve kitabı aldım, kurguyu o kadar sevdim ki hemen ardından üçlemenin diğer kitaplarını da okudum. Sonraları kitap filmleştirilip bütün dünyada tanındığında ise, Süleyman’a fazlaca pâye vermeden kendi inatçılığıma kıs kıs güldüm.
Biliyorum, metin biraz dağınık gidiyor, ama bütün bunları, Süleyman’ın benim anlamsız inatlarımı yermek için kullandığı cümleler aklıma geldiği için yazıyorum. “Hacı, sen yaşlanınca çekilmez, aksi, elinde çöteyle (baston) geleni gideni kovalayan huysuz bir pinpon olacaksın!” derdi Süleyman ve ben dâima “O hâlde o gün geldiğinde karşıma çıkma, seni de sırtına vura vura önüme katar kovalarım” diye mukabele ederdim. Karşılıklı gülüşürdük. Ben Süleyman’ın kehanetinde olduğu kadar uzun yaşayacak mıyım, saçım sakalım ağarmış bir ihtiyar olacak mıyım bilmiyorum, ama kesin olan şu ki yaşarsam bile Süleyman’ı elimde bastonla kovalayamayacağım, çünkü Süleyman birkaç gün önce beklenmedik şekilde aramızdan ayrıldı.
*****
Bir önceki alt bölümün son kelimelerini ne kadar kolay söyleyiverdiğimi düşünüyorsunuz değil mi? Yanılıyorsunuz. O cümleyi kurabilmek için klavyede kaç kere ileri geri yönlü hareketler yaptığımı, bu hareketleri yaparken ciğerlerimden yükselip burnumda halkalanan kesif bir ecza kokusunun içimi nasıl bulandırdığını tahmin bile edemezsiniz. Acı mideyi bulandırır mı demeyin, bulandırıyormuş. Hak vâki oldu, öte dünyaya irtihal etti, terk-i dünya eyledi, vefat etti, öldü gibi alışılageldik kalıpların hepsini denedim oysa, olmadı, yakışmadı, “gök ekini biçmiş gibi” giden birinin ardından ne desem eksik kaldı; gidişin şeklini ve bahanesini tavsife elvermediğinden değil, kalanların yürek sızısını tarife kifâyet etmediğinden …
*****
Tamam, ben de biliyorum, her ölüm erken gelir insana, ama bu başka, çünkü bu sefer çekip giden, eşine az rastlanır bir iyilik âbidesiydi. İyilik onda âdeta bir makam olmuştu dokunduğu yeri güzelleştirmeye odaklanan… Cenazesinde yakından tanımayan birkaç kişi onu sessiz biriydi diye andı. Doğrudur, bazen ölesiye susardı, ama susması sessizliğinden değildi asla; tanımak, anlamak, çözümlemek, sonra da güzelleştirmek üzere harekete geçmek diye özetlenebilecek bir silsileyi takip ederdi Süleyman ve söylediklerinin anlaşılacağına kanâat getirdiğinde o kadar uzun, o kadar dolu, o kadar derin konuşurdu ki yanından ayrılan kendisini kuşanmış, donanmış, kanatlanmış hissederdi. Hasan Ali’nin tâbiriyle bizim çetenin gördüğü göreceği en pozitif insandı, hepimize umut aşılayan, egolarımızı ustaca tahkim ve komplekslerimizi bilgece tamir eden, günün sonunda da hepimizin iyi hissetmesini sağlayan.
*****
Asla bir “veda” değil, ama nihâyetinde bir “hoşça kal” yazısında, Süleyman ile ilgili anlatılacak onlarca kişisel hâtıra şu an zihnimin içinde resm-i geçit yapıyor. Haşmetli bir surdaki birbirine benzer onlarca tuğla gibi bunların benim kişisel hikâyemin inşâsında nasıl yapıtaşı vazifesi gördüğünü ancak ben bilirim ve söz konusu hâtıraları önüyle arkasıyla anlatmadığımda sıradanlaşacağının farkındayım. Belki onun en mümeyyiz vasfı olan ve yakınındaki herkesçe iyi bilinen iki hususiyetine temas ederek öznelleştirilmiş yargılardan kaçınabilirim.
Bunlardan birincisi, onun bir gurme seviyesindeki yeme-içme kültürüyle, yediklerinin hikâyesiyle, hayata nasıl şükredici bir pencereden baktığının ikrarıdır. Viyana’ya mı gidiyorum, Süleyman mutlaka en güzel zahterin nerede yeneceğini tarifler; baharatlı yiyecekten mi bahis açıldı, Süleyman kolumuzdan sürükleye sürükleye bizi Ankara’nın göbeğinde âdeta çıplak gözlerden gizlenmiş bir Hint lokantasına götürür; Île de la Cité yakınlarında akşam yemeğinde miyiz, Süleyman yediğimiz dana etinin Fransa’nın hangi bölgesinden geldiğini, o bölgenin meteorolojik şartlarını ve bunun etin lezzetine olan katkısını anlatır; konu Türk mutfağının zenginliği mi, Süleyman konuya mütegallibeden girer, Çapanoğlu’ndan çıkar, Türkler’in uzun asırlar süren göç yolculuğunu özetler ve sonunda en güzel Türk yemeğinin neden Yozgat’ın Arabaşı çorbası olduğunu anlatır. Dünyanın bütün önde gelen mutfaklarını bilir, hepsini kendine has zengin üslûbuyla resmederdi Süleyman, ki bu yüzden onunla yemek yerken ve onun yemeğe dair yorumlarını dinlerken, insan hem farkındalığının yükseldiğini hisseder hem de huzur dolu bir şükür hâline bürünürdü.
Süleyman’ın bana göre değinilmesi gereken ikinci özelliği ise olağanüstü kültürel birikimiydi. Tarafsız kişilerin nesnel testlerinden başarıyla geçmiş, kavramsallaştırma tartışmalarımızda dâima zorlu kilitleri açmaya hizmet etmiş anahtar niteliğinde bir birikim… Benim kendisini gıyabında “Süleyman Britannica” diye anmama sebep olan bu sıradışı birikimin gerisinde iki büyük meziyet bulunuyordu: doymak bilmeyen bir entelektüel iştiha ve akıllara durgunluk veren bir hâfıza. İzlediği 40 dakikalık bir belgeseli 80 dakika anlatabilme becerisi de buradan gelirdi: 40 dakikalık orijinal kısmı satır satır aklında tutar, kendi kişisel yorumlarını da anlatısını zenginleştirmek için kullanmaktan imtina etmezdi. Öyle zamanlarda hepimiz susar, “motor devrini aldı” mânâsına gelen kaş göz işaretleriyle onun anlatmasını teşvik eden bir sessizliğe bürünür ve hissemize düşeni almanın mutluluğunu yaşardık. Yazmayı değil anlatmayı sevmesi belki tek kusuruydu, entelektüel çapının nihan kalmasına sebep olan bir eksiklikti bu, ama yine de bilemiyorum, belki de otacı ninesinden şifalı bitkilerin hikmetlerini öğrenirken sözlü geleneğe bağlı kalmayı da miras olarak devralmıştı.
*****
Karşılık beklemeden irfan hazînesini hepimize açan, elinden geldiğince hepimizi dönüştürmeye çalışan biriydi Süleyman. Eminim ki tanıyan herkese pek çok kültürel ve mânevî miraslar bıraktı. Benim payıma çoğuna henüz el sürülmemiş kocaman bir külliyat kaldı: 1980 yapımı Le Dernier Métro (Son Metro) başta olmak üzere (bu filmi bilmediğim için bir güzel paylamıştı beni, onun için bu filmden başlayacağım!) taşınabilir belleğe aktarılmış bulunan onlarca film, Morgan Freeman’ın o enfes sesiyle hayat verdiği Through the Warmhole (Solucan Deliğinden) başta olmak üzere onlarca belgesel, hangisinden başlayacağıma henüz gerçekten karar veremediğim onlarca e-kitap…
*****
Elimden geldiğince sistematik biçimde bu mirasa gömüleceğim bir süre, sonra ilk fırsatta Kemer’e gidip alabalık ve Denizli’ye gidip kuyu kebabı yiyeceğim, her bir aşamada Süleyman’ı anacağım ve içimden ona sesleneceğim: “Olmadı usta, senden daha çok şey öğrenecektim. Gönül işlerine parmak basarak seni kızdıracak, iki elinden yardım alarak sol ayağını sağ dizinin üstüne diklemesine yerleştirmeni keyifle izleyecektim. Takılmalarıma ta ciğerinden gülerken çekik gözlerinin düz bir çizgi gibi kısılmasını seyredecektim. Olmadı usta, daha ben seni önüme katıp çöteyle kovalayacaktım.”