Saatler çok sonrasını gösteriyordu. Zaman bir tuhaf akıyordu çoğu zamanki gibi. Yeğeni Ali ve ben Turhan, sırtımızda mekânda ilerlediğimizi düşündükçe ağırlaşan çantalarımız, zamanda ilerlediğimizi sanmaya devam ettikçe de çok sonrasını gösteren saatimiz bize itaatkar bir pusula gibiydiler. Gün üçüncü kez ağardığında şimdi dağların arasındaki incecik vadileri geçmiş, sonu görünmeyecek kadar düz bir kum ovasında, kumlara bata çıka ilerliyorduk. Ufukta geride bıraktığımız dağlar, ilerde hayal meyal bir bina görünüyordu. Yarım günlük yürüyüşten sonra binaya ulaştık. Ufak bir kulübe, bir telefon kulübesi. Asırlar öncesinden kalma jetonla çalışan telefonlardan… Sırt çantama elimi attım. Bir jeton gelmesini hayal ettim ve işte, jeton… Orta boy jeton. Telefonun tuş takımı yerinde tek bir tuş vardı. Jetonu ankesöre attım ve o tek tuşa bastım. Bir numarayı çevirmiş oldum. Çaldı, çaldı, çaldı. Açan olmadı. Karnımızı doyuralım dedik ve sırtımızı kulübenin gölgesine sığdırdık. Güneş yakıyordu. Kumlar da yakıyordu. Konservelerimizi yerken telefon çaldı. Yeğeni Ali telefonu açtı. “Alo”, dedi. Sonra kös kös sustu ve telefonu kapattı. Telefondaki ses “Neden?” diye sormuş. Cevabı bilemeyen Ali kalakalmış, telefonu kapatmış ve yanıma gelmiş. Ali konservesini yemeye devam etti.
Telefon yine çaldı. Bu defa ben açtım. Ben “alo” deyince karşıdaki ses “Gideceğiniz yerde boğmaca salgını var. Bütün köyler, kasabalar bu hastalığa teslim oldu. Gidin ve o insanlara gerekiyorsa yardım edin” dedi. Ses Zülkarn’a âitti. Ali uyaroğluydu ve ne olup, bittiğini hep bir şeyler olup, bittikten sonra çok sırrına ermeden, en çok “bir şeyler olup, bitti işte” açısından algılayabiliyordu ki bu hayatını idame ettirmesine yetiyor da artıyordu. Sorumluluk benim sırtımdaydı. Karnımız toktu ve yürümeye devam etmeye hazırdık. Öyleyse yürüdük.
Kum çölü âniden bitti ve önümüze bir deniz çıktı. Bakınca karşı sahili görünmediğine göre bu bir denizdi. Yüzmek çantalarımızı ıslatabilirdi o yüzden sahilden iki yönden birini seçip devam etmeliydik. Kuzey yönünü seçtik. Birkaç gün yürüdük, yürüdük, yürüdük. Denizin çok sığ olduğu bir yere rast geldik. Denizin derinliklerine yöneldik. Su en çok bir metre derindi. Kilometrelerce içeri yürüdük.