Kara Kapı’dan geçmek üç saat sürerdi. O yüzden bayırı dolandık. Döne döne yükselen yol bizi zirveye taşıdı. Yeğeni Ali ve ben, Turhan üç saat sürecek yolculuktan kaçarken beş saat tırmanmıştık. Yorgunluk iliklerimize kadar sirayet edince ayaklarımızı uzatarak bir Özbek pilavı kazanının en yüksek noktadaki kenarına tünemiş bir uğur böceğinin bir derinlik ve boşluğa düşme korkusuyla kazanın dibini seyretmesi gibi vadiyi seyrederek dinlenmeye karar verdik. Gün ortasında hava kararmıştı. Kara bulutlar tuhaf rüzgârlarla beraber alışılmadık bir karanlık ışımayı getirmişti. Önce şimşekler çaktı sonra ard arda yıldırımlar vadiye inmeye başladı. Görünmeyen gök varlıklarıyla bilinmeyen yer varlıklarının savaşı gibiydi. Yıldırımlar o kadar seri peyda oluyordu ki yukardan aşağı mı iniyorlar, yukardan aşağıya mı gönderiliyorlar her şey birbirine karışıyordu. Ehli bilir ki yıldırım aslında düşmez, yerden yukarı fışkırır. Akabinde yağmur bardaktan boşanırcasına dökülmeye başladı. Dökülmek ne kelime, resmen şorladı. İyice ıslandık, üşütmek muhakkak ama elden bir şey gelmediği gibi hâlin tadına ermeye koyulduk. Yürüyüş mü? İnsan hep yolcu. Zaten otururken de yolcuyuz. Carpe diem. Ama durduğumuz yerde yürüyerek, içimizde hayat yolculuğuna devam ettik. Asıl yolculuk hikmet yolundaki değil mi! Yağmur dindi. Yeğeni Ali anlamsız türküler çığırmaya başladı. Yanık yanık ama anlamsız. Terlik terli ve kadınsı ağıtlar… dinlememeyi başaramadım. İnsan kulağını parmaklarını kullanmadan tıkayamıyor. Onu susturmadım, onu kızdırmadım da. Yapısının gereği neyse o sâdır oluyordu. Zaman akıyordu. Bulutlar dağılıp, ikindi güneşi vadiyi ve tepenin üstünü on-on beş dakikada kurutunca yağmur bir kez daha dindi. Az kalsın nereye gideceğimizi unutuyorduk. Kara maskeli adam tam da bu anda zuhur etmeliydi.
Çubuğumu aldım ve yerde burgulamaya başladım. İlk insanların ateş yakarken yaptığı iddia edildiği gibi ellerimi ileri geri ovuşturarak çubuğu yere sondaj yapar gibi batırdım. Çubuk şanzıman hareketiyle ileri geri dönerken, ki bu da dönmektir, etrafımızdaki hava, toprak, zaman ve lâtifelerimiz de dönmeye başladı. Merkezinde bizim yer aldığımız bir türbülanstan sonra hafif bir kendimi kaybedişle yere sırt üstü uzanıverdim. Çubuğun etrafımızda zuhur eden enerji-sisinin içinden kara maskeli adam çıkageldi. Nihayet adını sorabilecektim. “Zülkarn”dedi. “Benden bir tane var. Beni yarım adaşımla karıştırmayın.”