0,00 TRY

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Türk Vatandaşları Ölmez Be…

Tatlı bir bahar havasına uyandık. “Hadi” dedi hanım, “tembel bir pazar geçirelim”. Kalktık, giyindik, yola olduk revan, niyetimiz kahvaltı yapmak. Seçkin peynirler, onurlu domatesler ve çırpılmış yumurtalar eşliğinde geçen bir öğlen ve ikindi işte. Elime bir roman aldım kuruldum, sayfalar sayfaları izliyor; gâhî çay, gâhî kahve ama bolca sigara bana eşlik ediyor. Hanımın da yüzü gülüyor, kılıbık hâlinde her şey iyi anlayacağınız. Saat beş oldu, eh dedik, kalkalım gidelim; atasözünü yerde sürümeyelim; tebdil-i mekânda ferahlık bulalım.
Ankara’yı bilenler bilir, Armada denilen bir alışveriş merkezi vardır. Etrafında kümelenmiş bir de günümüz vahası bulunur. İşte orada keyfe oturduk; lâkin Ankara’nın havası bozmuş, bulutlar gökyüzünü ağır ağır işgal etmekte, o tatlı meltem yerini kızgın bir rüzgâra bırakmış, o da tenimize ürperti taşıyor. Benim kitap kurtluğum tuttu, birini öteki masada bitmiş bırakınca “hadi” dedim “bir taneye daha başlayalım.” Şöyle yeraltı edebiyatından “Dövüş Kulübü” yazarı Chuck Palhniuk’un “Anlat Bakalım” kitabının sayfaları arasında benliğimi kaybetmeye çalışıyorum.
Mekân biraz kalbur üstü; sosyetik zencefil çaylarının küresel kahve çekirdekleriyle valsa durduğu, haşmetli patateslerin quesidillalarla kucaklaştığı bir menüde boğuşmak çilesini atlatıp hemen telaffuzunu önceden prova ettiğimiz bir şeyler söyledik. Tropikal meyvelerle prezante edilen hafif şuh şeylerden. Siparişimiz geldi, karşılıklı oturuyoruz hanımla, üzerimizde bir sitcom komikliği; o dizüstü bilgisayarında bir şeyler yazıyor. Bense romanın kahramanı geçkin filim yıldızı Katherine Kenton’ın karmaşık hikâyesini birinci elden dinliyorum. Sonra…
Önce bir ses. Gürültü diyebilirim. Ramazan topu edâsında geniş, bir canın bedeninden çıkışı kadar hüzünlü bir ses! Işık hızında uyarılan beynimde “noluyor lan!” nidası. Kafamı kaldırıyorum, bizim hatunun dudaklarında acı ve buruk bir tebessüm belirmiş. Birbirimize bakıyoruz. “Yağmur mu geliyor ne?” diyor. Mukabelem biraz da wishful thinking. “İnşaallah öyledir, gülüm.” Hemen filmi biraz geriye sarıyorum, Türk ordusunun kalbine yapılan o mel’un saldırı geliyor aklıma. Hissettiklerim, o sesin bu sese ne kadar benzediği. Vesveseden kurtaramıyorum kendimi. Üç dakika mı demeli, yoksa beş dakika mı? Bilemiyorum, akıllı telefonların cehennem kazanı mesajlaşma gruplarından fâni idraklerimizi âdeta tokatlayan haberler düşmeye başlıyor! Kızılay’da, Güvenpark’ta saldırı olmuş, bomba patlamış, ortalık kızılca kıyamet.
Telefonlar çalmaya başlıyor! Sâdece benim ya da karımın değil; etrafımızdaki tüm insanların telefonları. Aranmayan telefonlardan mesaj sesleri yükseliyor. Yaşanan his, kıyamet hissi; biz ise kıyametin sâdece birkaç kilometre uzağındayız. Uzakta olanlar, sevdiklerini arıyor. “İyi misiniz?” diyor telefonun diğer ucundaki ses. Mecburen “iyiyiz” diyorum. Yoksa yüreğimde ağır bir yenilgi ve isyân büyüyor. Bağırmak ve hatta sövmek istiyorum. Ama kanunu var, kaidesi var; iyi aile terbiyesi almışız, o yüzden tek diyebileceğimiz “iyiyiz” . Ama öfkeli yanım bir cümle daha ekliyor: “Bugün de ölmedik çok şükür.” Olayın üzerinden belki bir on dakika geçiyor, küresel haber ağının kuvvetine şâhit oluyorum. Saat sabahın körü ABD’de. Okyanus ötesinden kuzenim watsapp marifetiyle soruyor, “İyi misin?” El cevap: “İyiyim!”
Tüm bu olaylar sırasında kulaklarım tavşankulağı gibi dikilmiş, ülkemin insanlarının tepkilerini dinliyorum.

[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz