Ülkemizde kitap okuyan hatırı sayılır kalabalıklar içinde, romanın içeriğindeki estetik ve sanatsal unsurları tartışmaktan ziyade öncelikle romanın, bilhassa da ‘târihî romanın’ tanımı hakkında bilgilendirmemiz gereken çok ciddî bir kitle olduğu kanaatindeyim. Çünkü târihî roman hakkında zihinlerde oluşan çok karışık bir algı mevcut. Bunda başlıca etken, insanların bir târihî romandaki hemen hemen bütün unsurlarda kaynak ve bulgularla saptanmış bir gerçek aramalarıdır. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki; târihî roman, ‘târih’ten önce bir ‘roman’dır. Roman ise temeli kurgudan oluşan, bu kurgu çerçevesinde yazarın kendi birikimi, kültürü ve psikolojisi doğrultusunda inşâ ettiği özgün ve sanatsal bir edebî eserdir.
Târihî roman konusunda, târih ile romanın ayırt edilememesindeki başlıca etkenin, târihî romanların hemen hemen bütün unsurlarında saptanmış bir gerçek aranması olduğunu söylemiştik. Oysa sâdece saptanmış gerçekleri vermek tarihçinin işidir. Târihî roman yazarının böyle bir sınırı, görevi ve kaygısı yoktur. Târihî roman yazarı, her şeyden önce bir sanatkârdır. En azından bu kaygıyı taşımaktadır ve taşımalıdır. Aristoteles’e atfedilen, “Sanatçı yalnız olanı değil, olabiliri de yansıtandır” sözü, aslında bu durumun sârih bir izâhâtıdır. Çünkü sanat bir bilim değildir. Bunun dışında ülkemizde de bu konuda ilk ciddî izâhâti Nâmık Kemâl Bey’de buluruz. O ise roman sanatını şöyle tanımlar: “Romandan maksat, güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde bulunan bir vak’âyı; ahlâk ve âdet ve hissiyât ve ihtimâlâta müteallik her türlü tafsilâtı ile beraber tasvir etmektir.”
Târihçi ve târihi roman yazan bir yazar, birbirinden farklı ve birbirinin yerine aday olmayan kimselerdir. Târihçi, târihî bulgular ve belgelerin ortaya çıkardığı olgulara sâdık kalarak bir döneme yahut dönemlere âit yorumlar meydana getirirken; târihî roman yazarı, bu bulgular ve belgeler yanında bunların arka plânına da hayâli ile ulaşıp tarihçinin yorumladığı dönemi ve dönemleri romanın gerektirdiği sanatkâr bir üslup ile kendi oluşturduğu kurgu içinde anlatır. Her târihî roman yazan kişiye ‘târihçi’ gözüyle bakmak doğru bir bakış açısı değildir. Târihçi, ilmî disiplin ile mahduttur. Roman yazarı ise ilmî disipline çok fazla tahammül gösteremez. Zira romancı bir sanatkârdır. Tükenmeyen yaratma arzusu onu hiçbir şekilde sabit verilere bağlı kılamaz. Sanatını ortaya koyarken târihin verilerinden yararlanır, târihin değiştirilemeyecek gerçeklerinden sapmaz fakat bunun yanında bu gerçeklerin etrafında da yeni ve özgün kurgular, karakterler, hâdiseler, coğrâfî yerler yaratıp o değiştirilemez gerçeğin arka plânına ışık tutar. Ve hatta çoğu zaman bu değiştirilemez gerçekler sâdece bir malzemeden ibârettir. Târihî romanda mühim olan hâdiselerin târihinden ziyâde hâdiseleri meydana getiren insanın veya insanların târihidir. Bu sebeple bir târihçi milletin târihini somut verilerle ortaya koyarken, bir târihî roman yazarı ise sonsuz hayal gücü, tükenmeyen yaratma arzusu ve sanatsal kabiliyeti ile milleti oluşturan ve milletin içindeki insanları anlatır.