Girizgâh
“Kumdan kaleler değil gamdan kuleler örmüştü etrafına. Öyle ki bir ayın sonunda yıkabildim o güçlü hisarı, o yüksek surları da, sonunda o mağrur adam postunu soyunuverdi. İşte, asıl şimdi; bir serçe ürkekliği ile kırılgan, sevgiye ve ilgiye olan açlığıyla bir kedi yavrusu gibi sokulgan, yaşama sevinci ile kımıl kımıl, kederle puslandırdığı gözlerindeki -itelenmiş umut dolu- pırıltılarla yarınlara domur domur bir çocuk; salt bir çocuk duruyordu karşımda.”
Onu dinlerken tütünden sararmış, uzayıp -Acaba ses bu kıl topluluğundan mı geliyor yoksa bir ağzı var mı? diye düşündürür cinsten- sarkmış bıyıkları ile parktaki bütün güvercinlere yetecek kadar susam biriktirmiş, sakallarının kararttığı yüzündeki aykırı bir çift, aydınlanma çağından kalma, göze bakıyordum; içinde bir çocuğun gülümsediği. İşte, yine gelmişti! Tek kelime etmeden karşısındaki tabureye oturmuş, gereksiz ve anlamsız bir gülümseme -Hayır! Sırıtma- ile ona bakıyordu. Böyle zamanlarda ben sağdaki banka doğru ağır ağır ilerleyerek bir şeyden henüz kavrayamadığım kendimce bir şerden çabucak kaçıyordum. Elimdeki gazeteyi okuyup sayfaları çevirirken onlara bakmıyor; onları okuyup sayfalarını çevirmek için gazeteye bakıyordum alelacele. Onları, o ikisini. Bir maden işçisininki gibi kapkara kesilmiş fakat dipdiri elleriyle ve buna inat kaldırıp indirdiği önüne düşmüş titrek başı ile karşısında sinirlerimi oynattırır cinsten sırıtan -Evet, kesinlikle! Sırıtan!- bu ayrık dişli, kara çocuğu çiziyordu. Bir maden işçisininki gibi geceden uzanan elleriyle… Karanlık bir kuyuyu kazıyıp aralarına siyahı doldurduğu tırnakları ile… Kafese konan kuşların yazgılarına hüzünle bakan Tanrı gibi. Kutsal ışıkla aydınlanmış bir ruh ile.
Tanrı… Ruh… Işık… Zaman…
“Tanrım, ruhumu aydınlatacak ışığını hangi zamana sakladın?”