Yazının başlığını okuduğunuzda “eyvah eyvah” dediğinizi duyar gibiyim. Düşündünüz biliyorum ve içiniz cız etti. Ferhat gibi, Mecnun gibi aşka düşmüş bir yüreğin aynı zamanda Şirin’siz, Leyla’sız kalması ne büyük bir bedbahtlık olsa gerek.
***
Vakit, bin sekiz yüz yetmişlerin ikinci yarısıydı. İki sene (1877-78) sürecek olan Osmanlı ve Rus imparatorluklarının arasındaki amansız savaşın ayak seslerinin iyiden iyiye duyulup hissedildiği Türk topraklarından birinde; Artvin’in Ardanuç ilçesine bağlı Anaçlı köyünde -ki köyün o yıllardaki adı Ançkora idi- al gelinlikli, al duvaklı bir gelin, sağrısı ışıl ışıl yanan dev gibi bir Kafkas atının üzerinde, baba evinden çıkmış, düğün evine doğru gitmekteydi salına salına… Bu gidişi seyretmekte olan genç adam şöyle bir türkü yaktı:
Kime kin ettin de giydin alları,
Yakın iken ırak ettin yolları,
Mihnet ile yetirdiğin gülleri,
Varıp gittin bir soysuza yoldurdun.
Sen beni sevseydin arar bulurdun,
Zülfün teline bağlar dururdun,
Madem ayrılmakmış senin muradın,
Niye beni ataşlara yandırdın.
Sen seni topla da kuşağın kuşan,
Ayrılır mı senin sevdana düşen,
Sefa geldin diye sarıp sarmaşan,
Niye benden muhabbetin kaldırdın.
Hicranî’yem der ki bakın halıma,
Dağlar dayanmıyor ah-u zarıma,
Elim ermez oldu kisb-i kârıma,
Çünkü gül yüzlümü elden aldırdım.