Uzun bir yoldan geliyorsun, yorgunsun. Şimdi teşrifatçının gösterdiği yere otur lütfen. Evet, evet el fenerini tuttuğu yer var ya, hah, işte tam da oraya, zira temaşa başlamak üzere…
Cincibir, Suga veya Elvan gazozu içebilirsin, çiğdem ya da patlamış mısır da verebilirim, ikramımızdır…
Karanlıkta kalmayı, oradan ışığa bakmayı seviyorsun… Hâlâ Eflatun’un Mağarası’nda gibisin! Bilmem kaç bin yıllık tarihinden bugünlere oturduğun yer hep aynı. Beyaz bir perdeye dikmişsin gözlerini, sâdece gözlerini mi? Hayır, şuurunu da…
***
Yazıdan önce görüntü vardı! Mağara resimleri. Yaşadığı dünyayı karanlıkta kalan kayalara çizdiği resimlerle aydınlatan ve mânâlandıran insanın belki de ilk keşfi, görüntülü anlatım sanatı. Bence o günlere kadar sessiz, o vakte kadar yalnız ve o zamana kadar ışıksız yaşayan insanoğlu medeniyete “görüntülü anlatım” yoluyla ulaştı.
Gördüğünü, bildiğini ve anlatmak istediğini taşlara çiziktirdiği resimlerle müşahhas kılmak insan düşüncesinin atladığı ilk merhale olmalı… Bu, “yaratma arzusunun, var olduğunun ve yaşadığının” ilk ispatıdır da aslında. Kadîm bir tespit; “duyduğundan çok gördüğüne inanıyor insan”. Gördüğüne ve hayal edebildiğine…
“Görmediğime inanmam!” diye haykıran Hz. Ali’nin bize verdiği gizemli şifre de “Görmekle inanmak arasındaki bağı” vurguluyor olsa gerek; görme, hayal etme ve resmetme.
Hükmünü ansızın vermeyen, kıssalarla süsleyen Allah, anlayabilelim diye tasavvur ve hayal etmemizi istiyor Kur’an-ı Kerim’inde. Kıssaların kutsal kitabımızda yer alması da başka bir şifre… Muharref İncil’in ve Tevrat’ın birer masal kitabı gibi hikâyelerle dolu olmasının mânâsı da bu olmalı.