5. Kayıt
Akşam bitip de yerini geceye bırakmak üzereyken bir fırtınadır başladı. Yağmur taneleri hiddetli birer yumruk gibi camları dövüyor. Masamın başında oturmuş eskilerde yazdığım bir yazıyı düzeltmekle meşgulüm. Yanımda sıcacık çay, bana eşlik ediyor. Görünmez elle yazılan öyküyü okumayı yeğledim. Kalemi bıraktım ve camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. Yağmur damlaları, rüzgârla el birliği etmiş, ortalığı kasıp kavuruyor. Öykü gayet ibretlikti. Sıcak bir yuvada olduğum için şükrettim.
Balkonda duran sandalyem ve çöp kutusu, bu hiddetin karşısında dayanamadı. Oradan oraya savrulup duruyor. İki plastik parçasından ibaret eşyaların sesi, daha da ürpermeme yetti de arttı. Başımdan aşağı bombaların yağmadığına şükrettim.
Midem homurdanıp durdu sonra. İştahsız mideme bir şeyler yollamam lazım. Dünden kalan yemekleri çıkarıp ısıttım. Malûm. Vücut, fazla hareket etmeyince pek acıkmıyor. Bir pişirdiğimi iki günde zor bitiriyoruz. Karnımı doyuracak yiyeceklerim olduğu için şükrettim.
İstemeyerek de olsa televizyonu açtım. Bir çift güzel söz duyarım ümidiyle; heyhat! Haber spikerinin yüzündeki hüzün, ekranı kaplamış. Tuttuğu mikrofona kadar izole etmiş kendini. Falanca şehrin filanca kalabalık caddesinde haber sunuyor. Arkasında bir yığın insanın haberlik olduğu umurunda değil. Evet, insan yığını! Güya hepsinin acil işi varmış. Çıkmışlar dışarı. Hâllerine bakılırsa hiç de yetişmesi gereken acil bir işleri yok. Salına salına geziyorlar öyle. Sanki evde işkence altındaymış gibi kaçmışlar evlerinden. Zulüm altında olmadığım için şükrettim.
Sıcak bir yuvam, savaş olmayan bir yurdum, istediğim kadar yiyeceğim varken bu kadar patırdamanın lüzumsuzluğunu düşündüm sonra. Hâlâ diller, bileli bir bıçak gibi kesiyor her şeyi herkesi.
İnsanoğlu, bildiği, gördüğü ve sahip olduğu nimetleri kaybetmekten korkmadığı gibi göremediği ve nerede karşısına çıkacağı belli olmayan zerre kadar bir varlığın, bunları kaybettireceğinden de korkmuyor. Ne diyeyim… Şimdi insanoğlunun neyi bilip bilmediğini düşünüyorum. Her şeyden önce insan, insan olduğunun kıymetini ne kadar biliyor? Ya da insanın kıymetlisi nelerdir? Kıymetli olan nedir? Kıymet nedir? Nedir? Nedir?..
Daha sessiz ve daha derinden düşünme zamanı gelmiştir belki de. Bildiklerinin ve bilmediklerinin sana kazandırdıkları ve kaybettirdiklerini düşünmek. Düşünebildiğim bir aklım olduğu için şükrettim.
Kısaca, varlığını bildiğim, sabredersen sonunda mükâfat var, diyen Allah’a sonsuz kez şükrettim.
4. Kayıt
Allah’ım hiçbir şey duymak, görmek ya da izlemek istemiyorum. Herkes bir şey konuşuyor. Konuşmak, bir şeye yaramıyor. Konuştukça endişelerimiz daha da artıyor. Hele şu Wattsapp’tan gelen ne idüğü belirsiz mesajlara hiç tahammülüm kalmadı. Cevap yazmayınca da üzüldüğümü sanıp – güya- komik videolar atıyorlar. Neşem yerine gelirmiş. Şeytan diyor ki gruptan çıkar, rehberden de sil. Şimdilik sessize aldım bu tür grupları. Belki iyi gelir diye kalkıp bir bardak süt ısıttım.
Önce yanlış duyduğumu sandım. Değil. Evet, kapı çaldı. Hayret! Gerçi neden hayret ediyorum ki? Hayret edecek ne kaldı ki? Soğukkanlılıkla gidip kapıdaki dürbünden baktım. Kendimle de gurur duymadım değil. Hem soğukkanlı olduğum için hem de tedbir aldığım için.
Allah’ım neden herkes gelip beni buluyor. Onlar deli değil ki gelip beni bulsunlar. Gerçi onlara göre deli olan, benim. Baksana, ortada felaket tellallığı yapmam gerekirken, öylece susuyorum. Bir yere çıkmamama rağmen sabahtan akşama evi, sirke- çamaşır suyu karışımı suyla da silmiyorum. “Çıldırmış bu kadın. Bu ne rahatlık ayol! Deli mi ne?” dediklerini duyar gibiyim. Kim kime göre deli? Bir ara bunu tahlil etmek lazım. Gereken tedbirleri, kararınca aldım zaten. Allah, aşırıya gideni sevmezdi elbet.
Dışarıdan gelen sese kapıyı açmadan cevap verdim. “Yok abla, süt isteyen ben değilim.” Abla, yanlışında ısrarlı. Israr ederse dediği doğru çıkacak ya. Tüm sevecen sesimle, “On numara, bir kat aşağıda. Burası on iki numara,” dedim ve tekrar, dürbünden baktım. Deminki ısrarcı ablamın yüzünde, kaybetmenin derin sükûtu… Bir kat aşağı indi…
Isıttığım sütü içmeyip çocuğa verdim. Kalkıp sade bir kahve yaptım.
Şu delilik meselesi, tüm gün kafamın içinde dolanıp durdu.
3. Kayıt
Bugün ablam aradı. Gerçi her gün bilmem kaç kere konuşuyoruz. Verdiğim eğitim sitesinin adresini yine unutmuşlar. Yeğenim falanca konuyu filanca soruyu anlamamış… Derken gitti yarım saat. Neyse, eğitime feda olsun. Tam telefonu kapatacakken annemle babamın bana inceden küstüklerini çıtlatıverdi. Neden aramıyormuşum, sormuyormuşum! İyi de evvelsi gün kardeşlerle beraber konferans yapıp konuşmuştuk ya. Benim ayrıyeten aramam gerekiyormuş. İnsan yaşlandıkça daha mı çok ilgi istiyor ya da bu, geçici bir can sıkıntısı mı anlayamadım. Derken, bir yarım saat daha gitti ama değdi; gönüllerini aldım.
Koltukta şöyle uzun oturup kitabı elime aldım ki telefonum yine çaldı. Kitabın boynu bükük… Arayan, üniversite okurken ev sahibimiz Hamiyet Abla. Aramızdaki yirmi yaş, dost olmamıza engel olmadı hiçbir vakit. Zaten sık sık konuşuruz telefonda. Fırsat buldukça da giderim yanına. Yani Amasya’ya. Şehzadeler Şehri Amasya, sen ne aziz bir şehirsin. Çok bunalmış, sesimi duyacağı gelmiş. Çok sevindim elbette. Bir saat konuştuk…
Telefonu kapatınca uyuşan kulağımı ovaladım. Telefonu soğuması için buzdolabına koyacaktım ki ekranda velilerin bir yığın mesajları:
“Hocam, biz bu Eba’yı açamıyoruz.”
“Hocam, küçük çocuk mesajı yanlışlıkla silmiş. Ödevi bir daha gönderir misiniz?”
Hocam ile başlayan bir yığın mesaj… Tez elden onları da hallettim. Oldu mu sana ikindi.
Benim oğlan acıktı, karnını doyurmalı. Ödevini de bitirmiş, kontrol etmeli. Vakit geçmeden namaz kılmalı. Peki, akşama ne pişirmeli?
Şu satırları yazarken bile yorgunluktan gözlerim kapanıyor.
2. Kayıt
Kaç gün olmuş günlük tutmayalı. Sanki günlerin hesabını tuttuğum mu var. Zamana kafa tutmaya cüreti olmayanların saat ya da günle ne işi olur?
Arada bir balkona çıkıyorum. İyi ki balkonlarımız var. Önce, evlere balkon yapan kimse ruhuna bir Fatiha gönderiyorum. Sonra etrafı izlemeye koyuluyorum. Ahım şahım bir manzara mı var? Kat’iyen hayır. Sefer tası gibi üst üste dizili binalar silsilesi. Sarı, beyaz,pembe… Kahverengi olanın sıvaları dökülmüş. Acilen sıva yapılmalı. Bizim bina ne hâlde ola ki? Neyse ev başımıza yıkılmasın da.
Gençleri görüyorum sonra. Ha bire kıkırdıyorlar. Ellerine plastik eldivenler geçirmiş, yüzlerine de birer maske takmışlar. Hava almaya çıkmışlar belli. Sanarsın ki hepsi virüse yakalanmış. Haberleri izlemiyor mu bunlar? İlerleyen günlerde eldiven ve maskenin gençler arasında moda olacağına dair kuvvetli tahminlerim var. Şöyle yırtık olanlarından hani. Hayat onlara güzel.
Bizim mahallenin yaşlıları çok bilinçli sanırım. Şimdiye dek bir tanesini bile dışarıda görmedim. Örnek almak lazım bu insanları. Sadece üst katımda oturan yaşlı karı koca, biraz asabi. Arada bir bağırma sesleri duyuyorum. Olur böyle arada canım. Hoş karşılıyorum elbette. Duyguların tartısı mı var? Bir müddet sonra bağırma seslerinin yerini, mutfak tıkırtısı ve kuran sesi alıyor.
Ha bir de akşamın geç vaktinde kendini dışarı atanlar var. Bu grup şahsına münhasır. Virüsün, akşam olunca uyuyup zararsız bir mahlukata dönüştüğüne inananlar grubu. Binmiş arabasına, açmış müziğin sesini, yolları inletiyor. Keşke çalan şarkıya eşlik etmeseler. Belki de virüsü böyle böyle yok edecekler. Bu da bir hipotez olarak dursun şurada.
Bak gördün mü? Her daim dışarıyı izlediğim balkondan ne ütopyalar, distopyalar ürettim. Neyse daha fazla düşünmeyeyim. Yoksa birazdan gökyüzünden bir ufo beliriverecek. Bu kadarına tahammül edemezken bir de onlarla uğraşamam. Bu kadar balkon sefası(!) yeter…
1. Kayıt
“Whakatangihanga koauau o Tamatea haumai tawhiti ure haea turi pukaka piki maung horo nuku pokai whenua ki tana tahu.”
Oğlumun odasına girdiğimde bu garip kelimeleri söyleyip duruyordu. Hani en büyük icatlar, en çaresiz anlarda yapılmış ya. Ben de oğlumun yeni bir dili keşfettiğini sandım. Meğerse Yeni Zelanda’da bulunan -üstelik 305m uzunluğunda- bir dağın adıymış! Ellerim açık öylece bekledim. Çocuğun da hevesini kırmamak lâzım hani. O zaman sana bir tekerleme söyleyeyim de bunu da ezberle:
“Al şu coronaları coronacılara coronalatmak için götür. Coronacılar, coronaları coronalatmazlarsa coronaları başlarına çal da gel.”
Evet, okullar açılır açılmaz bu tekerlemeyi öğrencilerime de ezberletmem lazım. Ne geldiyse başımıza bu illetten geldi. Henüz 15 yılını bitirmiş bir öğretmen olarak emekliliğime daha çok olmasına sevindim desem yalan olmaz. Yoksa kendimi bir avuç zibidi yüzünden tik tok’larda; saçımı başım kolonyalı, yüzümde maskeyle izliyor olurdum. Hafazanallah!
“Şu aralar,” diye başlamama gerek yok, çünkü öncesinde nasıl yaşıyorsam şimdi de aynısını yapıyorum. Şöyle diyelim; daha önce ne yapmıyorsam şimdi de yapmıyorum. Huzuru kapının iç tarafında arayanlardanım çünkü. Bu da işimi kolaylaştırıyor.
Kriz anlarını nasıl yönetilmesi gerektiğini mesleğim sayesinde öğrendim. Okulda nöbet tutarken, sivil savunma tatbikatları yaparken, sınıfta ansızın beliriveren uğuldamalarda öğrencilere söylediğimiz bir cümle var; “Sakin olun evladım.”
Sakinlik demişken caddelerde, parklarda bir bayram havası. Derin bir uykuya dalmış, yılların yorgunluğunu atmaktalar. Bir süreliğine tabii. Malum, bir müddet sonra canları çıkacak zavallıların. Benim öğrencilerin de öyle olacak. Çünkü müfredattaki bazı konuların içeriği değişti. Yazın çocuklar…
Yalnızlık: Sadece bahanem olduğunda ardına sığındım kelime.
Dinlenmek: Gürültü patırtı içinde yapılan eylem.
Ev: Allah’ın kimseyi düşürmesini istemediğimiz mekân.
Saygı: İlga edilmiştir.
[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]
Yaşlanınca daha çok aranmayı bekliyorlar, arayabilmeyi nimet bilin, ben önce babamı, bir yıl sonra annemi kaybettim, anacığım 55 yaşında idi… İyiki ler var içimde hep dolu, dolu.. Keşke ler olmadı çok şükür. Şimdi ben 60 yaşındayım ve bilinçli bir babanne olarak ayrı bir hayatları olduğunu, çalışma şartlarının, hayatlarının çok farklı olduğunu kabullendim. Ama arayın be kuzularım, hele bayramlarda.. Yollara baktırmayın, selamlar, sevgiler