0,00 TRY

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Serap Kılınçoğlu – Kayıtlar

Html code here! Replace this with any non empty text and that's it.

10. Kayıt

Zamanın hükmünü yitirdiği şu günlerde insanların çekemezliklerini ve de çekişmelerini derin bir iç çekişe çevirebilecek bir mektubu kaydetmeyi istedim. Ruhumun çıkmaza düştüğü anlarımda bu mektubu açar okurum. Bu bir intihar mektubu değildir. Bu mektup, yaşamı elinden alınan bir insanın ölümden birkaç saat önceki hisleridir. Kim olduğunun, ne olduğunun ne önemi var. Ölüm, insanlığın çırılçıplak hakikati değil midir?

 

‘’Elim ne yazayım bilmez, yağlı urganla cellâtlar bekler beni babacığım, hücrenin soğuk taş duvarlarının arasından yazılan bu mektup sana.

Bu gece, hayatta olduğum son gecem, gecenin karanlığı sanki kefenim.

Bu da geçecek babacığım, şüphem yok; sonra, bedenim senin omuzlarında olacak.

Etrafta öldürücü bir sessizlik var, gönlümde canlanan hatıralar…

Hüznüm beni yıksa da Kur´an´dan birkaç ayetle huzur bulurum.

Ruhum zayıfladı, içimi bir korku sardı ve beni titretti.

Hayatım boyunca inanarak yaşadım, ancak imanın tadına hapiste vardım.

Sağ olsunlar; istemem yemeklerini kaldırsınlar, aç değilim!

Bu acı yemeği ne annem yaptı benim için, ne de tepsiyle sundular onu bana.

Hayır, kardeşlerim de yoktu yanımda babacığım, gelip el uzatmak için yarışan?

Kanımla boyalı elleriyle uzattılar, sanki ihsan edilmiş gibi.

Zincirin sesi, bozdu sessizliği, gardiyanın parmaklarının oynaştığı.

Bazen geçerken şeytani gözlerle bana bakıyorlar.

Avını gözler gibi kapının küçücük penceresinden, güvenlik adına gidip gelerek.

Ona küs de değilim kin de duymuyorum, o bana ne yaptı ki?

Hem onun ahlakı da senin gibi güzel babacığım, saldırmaya susamış gibi de durmuyor.

Eğer bir an benden gözlerini kaçırsa, çocukları yokluğunun acısını tadacak.

Belki kim bilir evine çocuklarının yanına gittiğinde, bir gün yüzümü hatırlar da gözlerinden yaşlar akar.

Sert duvarlarda bir pencere; hayatın manası parmaklıkların kalınlığı.

Pencereden düşünceli baktığım sürece acılara direnenlere.

İnsanların kalplerindeki galeyanı bir sis gibi tasvir eden sessizliği görürüm.

Bu his herkeste var, onlar gizleyip ben ölüm ilanımı açıklamış olsam da.

İçimde beni bu ahmak devrime neyin sürüklediğine dair bir fısıltı var.

Ben de diğerleri gibi itaat etsem n´olurdu ki?

Bana ne zararı olurdu ki sussaydım?

Hüzün galebe çaldığında bana suskunluğumu daha da artırsaydım.

Şu kanım içinde fokurdayan ateşleri söndürüp gidecek.

Nabızlarımda atan kalbim, yarın atmayı bırakacak.

Benim kurban olmam zulmü ortadan kaldırmayacak.

Zulüm kafilesi devam edecek, sürüden bir kuzu eksilse ne fayda.

Sen diyorsun ki: Hayatı ulvi bir amaç için yaşamak, zulmü alkışlamaktan yeğdir.

Sıcak nefesini söndürseler bile, duman hayatlarını sarmaya devam edecek.

Kırbaçların altındaki bedeninin yaraları, suçluların korkusu sabahların habercisi gibi.

Hikâyem hatırlanır mı, yoksa karanlıklarda kayıp mı olur, bilmem.

Tarih beni komplocu mu yazar, yoksa putları deviren bir kahraman mı.

Tek bildiğim zulmün tadına bakmam, imkânı yok!

Milletim için bir ışık yeterdi bana, devrimi istiyor olmazdım.

Kötülüğün olmadığı, insanların aşağılanmadığı güzel bir hayat isterdim.

Şerefimle öleceğim, damarlarımda özgürlüğün kanı dolaşarak.

Herkese sabah oldu babacığım, güneşin ışıkları her yeri aydınlattı.

Daldaki serçe ışıl ışıl yeni bir güne merhaba dedi.

Sütçünün ağzından dökülen güzel hoş sözler?

Çalarak geldi kapımızı -her zamanki gibi-

Hücrenin kapısını da çalacak iki cellât.

Bense biraz sonra iki direk arasındaki ipe asılmış olacağım.

Sana tesellim şu ki: Bu ülkenin eliyle yapılmadı bu ip.

Bu ipi ören, medeniyetin ve ilim meşalesinin aydınlattığı ülkeler.

Ya da iddiaları öyle! Yaralı vatanıma onu getirenler hainler.

Hüzün ve keder içinde kırık dökük yaşamanı istemem.

Oğlun suçsuz yere kelepçelerle bağlı ölüme sürüldü.

Hatırla gençken anlattığın vatan aşkıyla dolu hikâyeleri?

Annemin gece karanlıklarında hıçkırıklarını duyduğunda.

Komşularından kalbinin derinliklerindeki hüznünü saklar.

Beni affetmesini isterim, tek bağışlasın beni.

Hâlâ kulaklarımda çınlar özlemi ve şefkati: Yavrucuğum.

Sabahladığımda kalmamıştı içimde hüzün.

Gönlüm mutluluğu tadıyor ararken doğruyu.

Ve şimdi benden sonra kim kalacak, hangi yürek.

Fakat ışık galip gelirse, haydutların kanunu elleriyle yırtılır gider.

Bana hatırlatacak, arzumu artıracak, her kim ülkemde zilletin dostu olursa.

Hesap gününde, kutsal hükümlerin adaleti altında görüşmek üzere…’’

(Mısır´da idam edilen Ahmet el-Decvi´nin babasına yazdığı mektubu. 25 Mart 2019)

9. Kayıt

Çalıştığım ders konularından günlüğüm de nasibini alsın istedim. Mevzu uzun, mevzu derin ama kısaca bir yazayım bakalım.

Üyeleri arasında etkileşim, ortak amaç olan ve çıkarlara sahip değerleri paylaşan insan birlikteliğine grup deniliyor. Yüz yüze, samimi, resmî olmayan yani aile, dost gibi gruplar birincil grup; çıkar gözeten, anlaşmalı, kurallar çerçevesinde birliktelik ve ilişkileri resmî olan, sendika, parti, iş yeri gibi gruplar ise ikincil grup olarak tanımlanıyor. Bir de iç grup ve dış grup var. Bireyin kendini ait hissettiği yer iç grup; bireyin rekabet ettiği ve kin beslediği yer ise dış grup olarak adlandırılıyor.

Bizler, doğuştan bir grubun içinde doğuyor, ardından çeşitli gruplara dâhil olarak yaşamımıza devam ediyoruz. Modern zamanın getirdiği zorunluluklar, kolaylıklar, dayatmalar, kandırmacalar ile birincil gruptan ikincil gruba doğru geçiş yapma eğilimine giriyoruz. Örneğin, günümüzün yarısından fazlasını iş yerinde veyahut dışarıda geçiriyoruz. Hal böyle olunca da dışarıya doğru eğilimimiz artıyor. Yaşantımız da dışarı odaklı oluyor. Bu kez de beden ve ruhu kontrol etmek zor bir hâl alıyor. Evimiz bizler için barınma ihtiyacımızı karşılayan bir sığınak görevi görmeye başlıyor.

Evlerin bacasından duman duman can sıkıntısı tüterken dışarısı da insanların burnunda tütüyor. Arafta yaşıyoruz yani. Her türlü sosyal bağlarımızı dengede tutmak gerekiyor.  Bunun ispatı, şu aralar ayan beyan ortada. Kimseyi gördüğümüz yok ama medya, bu görevi fazlasıyla(!) yerine getiriyor. Medya kelimesi ‘aracı, ortam’ anlamlarına geliyor. Medyanın nimetleri sayılamayacak kadar çok fakat tüm benliğimizle bağlanılacak kadar da tehlikeli. Her neye bağlanıyorsak bağlanalım aşırısı, insanı dünyaya karşı zayıf kılıyor. Ve farkında olmadan kendimizi ikincil grupta bir garip yolcu olarak bulabiliriz. Bu yolcu, bir de bakmış dış gruptan iç gruba (yani ait olduğu yere) doğru methiyeler söylüyor olabilir.

Sonra da öyle bir yalnızlık bilmecesine düşer ki hiçbir şiir hiçbir şarkı derdine derman olmaz. Yalnızlık, zoraki olmadığı yerlerde anlam kazanıyormuş ve zorla yalnızlık olmuyormuş. Bunu kabul etmek veya buna itaat etmek bizlere kalmış. Kabul etmek ile itaat arasında ince ayrımlar vardır zira.  Şu üç alıntı her şeyi özetliyor aslında.

*Medya her şeyi silikleştirir, bulanıklaştırır. Anlamsız mesajların karşısında insan pasiftir.(Jean Baudrillard)

*Kim kime, hangi araçla, nasıl bir etki ile söylüyor? (Harold Laswell)

*Medyanın insanlara ne yaptığı değil, insanların medyayı ne amaçla kullandığına bakmak gerekir. (E. Katz)

 

8. Kayıt

Şu aralar ara sınavlarımla meşgulüm. Okuma yazma işlerim epey yavaşladı. Bir yandan sınav kaygısı bir yandan okuyup yazamamanın sıkıntısı var. Sınav kaygısından ziyade ikincinin sıkıntısı ağır basıyor. Normalinde ayın on sekizinde sınavlar bitmiş olacaktı. Akşamında çömez bir öğrenci havasıyla sınav giriş belgesinin çıktısını alırdım. Kimlik, silgi ve en önemlisi kurşun kalem… ‘Öğretmen, yanında kalem taşımaz’ derler ya. Çantamdaki kurşun kalemi saymazsak eğer, ben de bu kategorideyim. Kurşun kalemin ayrı bir yeri vardır bende. Bu da ayrı yazılması gereken bir mevzu aslında.

Sabahın erken saatlerinde bir telaş yola koyulurdum. Sınav yeri, üniversite kampüsü içindeyse vay hâlime! Binaların etrafını döne döne helak olurdum ki arabayı park edecek bir yer bulabileyim. Sonunda park yeri bulur, koşar adımlarla binaya girer, nefes nefese kalarak sırama otururdum. Ben de diğerleri gibi herkesi süzerdim. Sanırım insan birkaç saat bile olsa aynı amaçla orada bulunanları merak ediyor. Sosyalleşmek fıtratta var.

Demin bahsettiklerimi yapmak bana ayrı bir haz verir. İnsan sevdiği işi yaparken asla yorgunluk hissetmiyor çünkü. Bugün iki sınavı bitirdim. Ama elimde kalem yerine bir bardak çay ile bilgisayar ekranına tek tek gelen sorulara bakıyorum öylece. Anlamakta güçlük çeke çeke okuyup sınavı bitirdim. Parmaklarım, ömründe ilk kez bilgisayar görmüş biri gibi ekranda geziniyor. Kalemi elime alıp ekranı çiziktirmeye ramak kaldı. Alışkanlıklardan vazgeçmek zor iş vesselam. Bu sıkıntım yetmezmiş gibi bir de millete açıklama yapma zorunluluğu var. Biz insanlar, meraklı ve sosyaliz işte.

Niye okuyorsun, ne işe yarayacak şimdi bu?

Ne gerek var bu yaştan sonra?

İşin gücün yok mu senin Allah aşkına?

Oo, hangi makama yükseleceksin şimdi?

Maaşına ne kadar katkısı olacak?

Bu ve bunlar gibi sorulara cevabım hep aynı; sadece tebessüm etmek. Öğrenmenin yaşı olmaz, diyen atalarımız, bunların da atası değil mi? Öğrenme işinin farz olduğu bir dine mensup değiller mi yoksa? İşim de gücüm de param da olduğu halde hiçbir faydası olmayan bu üçlünün, şimdilerde beyhude olduğunun bilincinde mi dersin?

Bak, gördün mü? Okumak nasıl da işe yarıyormuş. Sosyolojik, ekonomik, dini, edebi açıdan inceledim de, şu kıt matematiğimle söylemeliyim ki bilinmez bir denklem gibiler yahu.

Neyse. Karl Marx, Martin Heidegger, Hegel, M.Weber, çalışmam için beni bekliyor. Yarın da sınavlara devam.

7. Kayıt

Bir ay önce öğrencilerimle, ‘kısa bir süreliğine’ diyerek ayrılmıştık. “Zaten ara tatil yaklaşıyor, biraz erkene alındı sayın,” demiştim kuzucuklarıma. Tam okumayı yazmayı sökmüşlerdi ve tam da işin en mutlu eden kısmına gelmiştim; saf duygularıyla yazılan mektuplar…

Sevmek duygusu, en masum ve en saf hâli ile çocuklarda barınır. Çıkarsız, yalansız ve de riyasız. Bunun için teneffüslerde dahi sınıftan çıkmaz, – çıkınca canımı sıkacak bir şey olur mutlaka- hep onları izlerim. Hiçbir şey gözetmeksizin oynadıkları oyunları, bir küs bir barışık hâlleri ve sebepli sebepsiz daima gülen yüzleri, hepsi ama hepsi bu dünyayı -her şeye rağmen- sevmemi sağlıyor.

Özlüyorum. Özgürlüğün hükmünü sürdüğüm yeri, yani sınıfımı düşünüyorum. Kim bilir ne kadar üşümüştür duvarları. Soğuktan değil, kimsesizlikten. Öğrencilerimle birlikte duvara astığımız ritmik sayma tablosundaki ritmin de bir anlamı kalmamıştır. Keşke şu sıkıntılı günleri, sınıfta saydığımız gibi onar onar sayıp çabucak bitirebilseydik. Çocuklarım, en çok beşer beşer saymayı sever gerçi. Beşer beşer saysak da olurdu hani.

Beslenme saatlerini özlüyorum. Onların biri başlamadan diğerinin yemeyişini, beslenme getirmeyenin önüne yiyecekleri –o incinmesin diye- sessizce koyuşlarını izlerken büyüdüğüm için hayıflanırdım. Büyüdüklerinde nasıl bir insan olacaklarını hayal ederken soğuyan kahvemin tadını bile özlüyorum.

Bugün bir öğrencim bana sesli mesaj atmış. Ağabeyi de benim öğrencim. Ağabeyini şikâyet ediyor.  Üç saniyelik bir ses kaydı; ‘’Öğretmenim, bu bana karışıyor.’’  Bu tür şikâyetlerde kaşlarımı çatarak ötekini uyarırdım ama şimdi tebessüm ederek gözümden damlacıklar akıyor. Mesleğimi kutsal yapan ve iyi ki öğretmenim dedirten değerlerden biri de bu. Sen, onun dünyasındaki tek kahramansın. Ve kahramanlar, şartlar ne olursa olsun gelip senin derdine derman olurlar değil mi? Bekle küçüğüm. Şu özleme zamanları geçer geçmez yanındayım. Bak ben de günlüğüme kaydediyorum şimdi.

6. Kayıt

Tolstoy’un Karantinası

“…Bir gün gençliğimin o on yıllık dönemini kapsayan dokunaklı ve öğretici hikâyeyi anlatacağım. Sanırım pek çok kişi de benimle aynı deneyimden geçti. Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum. Ama iyi bir insan olmanın peşinde koşmak için çok genç, tutkulu ve yalnız, yapayalnızdım. Bu samimi arzumu her dile getirişimde aşağılanma ve alayla karşılaştım. Ne zaman adi ihtirasla teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler. Hırs, iktidar düşkünlüğü, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam. Bunların hepsi saygı gören şeylerdi…” ( Tolstoy, İtiraflarım)

Bu satırları okuyunca işte dedim, asıl Tolstoy kendisini karantinaya almış. Açlık veya sefahatten yoksun kalma kaygısı değil onun derdi; hakikati bulma kaygısı.

Tolstoy’un böyle bir kaygıya girmesi de düşündürücü aslında. İnsanın sahip olmayı istediği her şeye sahip. Hiç yokluk görmemiş örneğin. Soylu bir aileden geliyor. Asker, dini eğitim almış, mutlu bir yuva vs. Millete sorsan, “rahatlık tepiyor,” derler, fakat Tolstoy amcam, rahatın ve huzurun bunlarda olmadığının farkında. Fark eder etmez de harekete geçiyor zaten. İlkin çevresine anlatmaya çalışıyor ama nafile. Kafasında deli sorularla kiliseleri, din adamlarını, aristokratları, köylüleri, işçileri gözlemliyor; onlarla konuşuyor, yine yanıt alamıyor. İslam dininden tutun da birçok inanışları kıyaslıyor. (Müslüman olduğu söylentileri de var tabii)

Tolstoy, Tanrı’yı arıyordu. O’na inanıp tüm benliğiyle teslim olmayı arzuluyordu. Seksen iki yaşında, bir parça azıkla evini, servetini terk edip bir tren garında hayata veda ediyor. Kim bilir ömrü boyunca aradığı şeyi o garda buldu ve mutlu bir şekilde öldü. Acaba öldüğünü duyunca yasını tutan birileri oldu mu?

Bugün okuduğum bu kitap üzerine daha farklı şeyler yazacaktım aslında ama bilgisayarın başına geçtiğim şu sıralar, dışarıda kızılca kıyamet kopuyor. Kavga edenleri, marketleri talan edenleri, fırının önünde uzayıp giden kuyruğu izledim.  Bir insanın -Rus- ruhunu doyurma çabası ile işkembesini doldurma çabasına düşmüş insanları -Rus olmayan- kıyasladım. Biri, varlık içinde yok olanın peşinde; diğerleri, var olanı yok etmenin. Yazılacak çok şey var ama kısaca şunu belirteyim ki kay-bet-tik…

Bizi ne karantina paklar ne de başka bir şey. Haftalardır evlerinde oturup da neyi düşünüyordu bu insanlar? Ölen insani değerlerin yasını tutmak şair ruhlu insanlara mı kaldı yine? Zaten bir avuç kalmış bu ruhlara, bu yük fazla değil mi?

spot_img

1 Yorum

  1. Yaşlanınca daha çok aranmayı bekliyorlar, arayabilmeyi nimet bilin, ben önce babamı, bir yıl sonra annemi kaybettim, anacığım 55 yaşında idi… İyiki ler var içimde hep dolu, dolu.. Keşke ler olmadı çok şükür. Şimdi ben 60 yaşındayım ve bilinçli bir babanne olarak ayrı bir hayatları olduğunu, çalışma şartlarının, hayatlarının çok farklı olduğunu kabullendim. Ama arayın be kuzularım, hele bayramlarda.. Yollara baktırmayın, selamlar, sevgiler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz