“Hayat devam ediyor” cümlesini bu sıralar ne çok tekrarlıyoruz farkında mısınız? Âdeta kendimizi kandırmak için tekrarladığımız bir mantraya dönüşmüş durumda. Oysa gayrıihtiyarî bir duruma işaret ediyormuş gibi söylenen bu cümlenin üstünde biraz düşünmek gerekiyor. Zira irâdemizin dışında devam eden bir hayata yetişmeye, ona ayak uydurmaya çalışan insanlar olarak kendimizi konumlandırıyoruz ve hayatın akışında sanki hiçbir mesuliyetimiz yokmuş gibi davranarak/düşünerek, bütün olup bitenlerin sorumluluğunu bu “devam edişin” üstüne atarak, rahatımıza bakmanın meşrû kılıfını hazırlıyoruz.
Oysa hayatı pekâlâ durdurabiliriz, bizim irâdemizin dışında bir hayat ve akış yok, zaman bile bizim irâdemizin dışında değil: Biz olmasak nereye dökülür zaman, biz olmasak nereye devam eder hayat? Bütün etrafımızdaki şeyler, biz olduğumuz için var; dağlar, bulutlar, ağaçlar, denizler biz gördüğümüz için var, tıpkı mavinin biz gördüğümüz için mavi oldu gibi… Biz yoksak yâni insan, yâni Âdem’in çocukları, yâni Tanrı’nın kulları; her şey ademe mahkûm olacak.
Peki, bu bize rağmen süren hayatı durdurmak için başımıza daha neyin gelmesi lâzım? Bizi günlük insiyakımızın/içgüdümüzün esiri olmaktan kurtaracak bir felâket ölçüsü var mı? Meselâ kaç kişi ölmeli aynı anda? Aynı anda kaç hayatın son bulması gerek ki, bir an için bile olsa durup “ne oluyor” sorusunu kendimize soralım ve olanın bir daha tekrar etmemesi için inisiyatifi ya da insafı ele alıp çâreler bulmak için hayatın olağan akışını durduralım? Evet, açık artırma mı yapalım; 10, 20, 100 ya da kaç kişi ölmeli aynı anda? Ya da aynı anda olmasıyla peyderpey olması arasında fark niye var? Giden can değil mi? Birer birer gidenler de birinin oğlu, birinin eşi, birinin kardeşi, birinin babası, birinin gözünün nûru değil mi?