Hüseynim, nihavendim,
Kerem meclisinde sâkim,
“Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum!” diyordu Lucretius. Zavallı düşünür ölüm düşüncesinden o kadar ürkmüş olmalı ki, kendini rahatlatmak için bu sözü sarfetmiş. Aslında Lucretius’un mantığı doğru; ölüm geldiği anda hayat (ben) yok olmaktadır, yaşıyorsak da henüz ölüm gelmemiş demektir. Bu önermeden Lucretius’un çıkardığı sonuç şu: Öyleyse ölümden neden korkayım?
Şüphesiz bu yaklaşım, ölümden sonraki hayatı reddeden ve “ölümle birlikte yokolma” düşüncesinin kolay kabul edilemez ağırlığı altında ezilen insanların kendilerini rahatlatmak için başvurabilecekleri bir yönteme vurgu yapıyor. Ölümden sonrasına inananlar için ise durum farklı; onlar Montaigne’in sözündeki gibi ölümü her yerde beklemenin gerekliliğine inanır ve ölüm korkusuyla bu şekilde baş etmeye çalışırlar.
İnsanlar çoğu kez ölümü düşünmekten korkarlar, çünkü içeriğini anlamakta zorlandıkları bir şeydir ölüm. Yahya Kemal’in tâbiriyle “meçhûle giden bir gemi”dir o ve gidenlerin -en azından görünür plânda- asla haber göndermedikleri bir bilinmez ülkedir. İnsanın sonluluğunu, sınırlılığını -insanoğlunun özüne yerleş(tiril)miş sonsuzluk iştiyâkiyle çelişir biçimde- acımasızca onun yüzüne vuran bir fenomendir ölüm.
Diğer yandan Shakespeare, ünlü kahramanı Hamlet’in ağzından, yaşama tahammül etme gücünü sağlayan etkenin ölüm düşüncesi olduğunu söylemektedir:
“Hamlet: ‘Ölüm uykusunda kim bilir ne rüyâlar görürüz?’ düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor. Yaşamak felâketini uzatan işte bu düşünce. Yoksa -insan bir hançerle işini kendisi hâlledebilirken-, zamanın sillesine, hakaretlerine, zâlimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyâkatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi? Meşakkatli bir hayatın yükü altında inleyip ter dökmeye kim râzı olurdu? Ne çâre ki, ölüm -sınırlarını aşan yolculardan hiçbirinin geri gelmediği o bilinmez ülke- ardında da belki bir şey vardır korkusu, zihnimizi şaşkın ederek bizi, bilmediğimiz musîbetlere düşmektense içinde olduklarımıza tahammül ettiriyor.”