38. Kayıt
Birkaç gündür cömert hediyelerin getirdiği mutluluk bugün nihayete erdi. Annemle bugün temizlik günüydü. Birkaç saat boyunca kafamı resmen ütüledi. Kediyi eve tüy dökmekle suçladı, konuştu konuştu konuştu.
Kabul etmeliyim ki ben bu kadar konuşmayı hem de oruçlu iken kaldırabilecek birisi değilim. Annem zafere ulaştı, artık Köbok evde değil. Beni bir küçücük bir kediye bile mahcup etmeyi başardılar.
Bunun tabii başka sonuçları da var ama moral bozukluğu ile çok fazla detaylandırmak istemiyorum. Normalde bu olup biteni de çok fazla yazmak benim tercih edebileceğim bir şey değil ama bu günlük burada bütün gerçekliğiyle dursun istiyorum.
Bugün böyle moralsiz geçiyor işte. İftara inmedim yarın da inmeyeceğim.
Pazartesi yasak kalkarsa gider alışveriş yaparım.
Şu an bilgisayarda bu yazıyı fare desteği olmadan yazıyorum. Yine efsanevi bir sakarlık örneği göstererek bilgisayarın üstünde duran fareyi çamaşır suyunun içine düşürmeyi başardım. Diğerini taktım bir çalışıyor bir çalışmıyordu duvara fırlattım ve parçalara bölündü.
Gerçekten moralim çok bozuk ne tek satır okumak geliyor içimden ne de başka bir şey yapmak.
Moral bozukluğumun normalin üstünde olduğunu hissediyorum bunun muhakkak yaşanılan süreçle alakası var. Bir nevi patlama belki de bu.
Bilmiyorum bu sürecin ne zaman nihayete ereceğine dair sis perdesini kaldıracak malumat almamaya devam edersek meçhul duygusu bizi süreçten daha fazla yıpratacak hale gelecek.
Böyle keyifsiz bir gün işte. Ve henüz bitmedi bile. Bakalım daha ne tatsızlıklar gösterecek.
37. Kayıt
Bugün alışveriş yapmak için dışarı çıktım. Annemin istediği tam buğday ununu sonunda bulabildim. İnsanlarda müthiş bir panik gözlemledim: 5-6 metreden yollarını değiştiriveriyorlar. Bu maske ile nefes almakta çok zorlanıyorum, sadece ben mi yaşıyorum bunu bilmiyorum. Benzeri bir şikâyeti kimseden duymadım. Marketlerde arabalar tepeleme dolu. Gözle görülür bir kalabalık mevcut. Oruçlu iken alışveriş yapmak parlak bir fikir değil. Fındık içine 34 TL verdiğime inanamıyorum.
Bu arada Ragıp Abi’nin yazıları okuduğunu teyit etmiş olduk. Kitabı hemen soruverdi. Kitap deyince bugün hayatımın en ilginç sürprizlerinden birisini yaşadım. Çocukluk arkadaşım Habil -hani bu Oflulardan hayır gelmez dediğim- geçenlerde ileride alacağım bir kitap setini bana hediye ediverdi!
Bu hastalık belasının en yoğun yaşandığı morallerin dibe vurduğu dönem sevdiklerimden o kadar güzel kitap jestleri alıyorum ki bu kadar çok kolinin “arkadaşın hediyesi başlığıyla” gelmesi yalan söylemek gibi bir huyum olmadığı halde annemi bile işkillendirdi.
Bu “yaşatmamız ve her sene geleneksek hale getirmemiz gereken gelenek” önce Emre Coşan’ın Köbok’la alakalı serdettiği “çirkin kedi” ithamlarının açtığı yarayı sarmak babında hediye ettiği Bilge Criss’in editörlüğünü yaptığı 100. Yılında İstanbul’un İşgal Günleri ile başladı, ardından Adnan İslamoğulları ağabey beş ciltlik Devr-i Hamid’i hediye etti. Bugün de hem Habil’in 15 Ciltlik Zaman Çarkı serisi hem de hem de TRT’de dizisi başlayan Hasan’ın kutlama hediyesi olarak yolladığı 3 kitap gelince annemin bana yönelttiği bir düzenbaza bakarmışçasına yapılan nazarlar kaçınılmaz oldu. Daha Emir’in hediyesi gelecek bu günlerde.
Bugün en bitap düştüğüm gün oldu. Hiçbir şey yapmadığım halde şu an bu satırları yazdığım 5:20’de dahi kolumu kaldıracak mecali bulamıyorum. Oysaki güya eve çeki düzen verecek annemle yarın yapacağımız temizliğe hazır hale getirecektim. O temizlik işi de gözümde büyümüyor değil.
Aklıma nedense yine Nikiforuk’un kitabı geldi o bu salgıları falan insanın doğaya müdahalesiyle ilişkilendiriyordu. Benzeri bir şeyi ben de başka bir düzlemde yaşadım desem yanlış olmaz. Köbok’un pire problemini anneme söylediğimde bana sen ayıklamaya kalkma eve sıçratırsın demişti. Ben yine de hayvancağız rahat etsin diye pire ayıklama işine koyuldum ve aslına bakılırsa hatırı sayılır miktarda pire öldürmeyi de başardım. Ne var ki annemin ikaz ettiği konu tahakkuk etti ve evin muhtelif yerlerinde pire varlığına rastladım.
Belki bu lanet hastalık da bu şekilde bir dikkatsizlik yahut ihmal sonucu yayılmıştır kim bilir?
36. Kayıt
Bugün diğer Ramazan günlerine nazaran erken kalkmama rağmen en rahat günümü geçirdiğimi söyleyebilirim. Üstelik iftardan önce de gayet verimli çalışabildim. Yarın sadece pehlivan kitabına çalışayım değişikli olsun.
Birbirini nesh eden haberler sinir bozmaya devam ediyor. Bugünün sinir bozucu haberi karantina önlemlerini gevşeten Almanya’nın vaka sayısının yükselmesi oldu. Son zamanda görüntülü konuşma yoğunluğunda da azalma var. Millet iyice içine kapanmış ya da bezmiş olacak…
Adnan abinin hediyesi geldi. Çok mutlu oldum. Hediyeden ziyade böyle insanların gönlüne girmek mutlu ediyor. Bu ara bana hediye üstüne hediye geliyor. Telefonuma mesaj geldi bir alışveriş sitesinden önce yine kredi kartım çalındı diye panik yaptım hatta kartı kapattım; sonra aradılar birisi bana hediye almış anlaşılan. Geceleyin de Emir bana mesaj atıp adresimi istedi o da kitap yollayacakmış. Ramazan bereketiyle geldi resmen. Ragıp Abi’nin de bana A. B. Bosworth’un Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan Büyük İskender’in Yaşamı ve Fetihleri kitabını alması lazım. Bu tabii editörlüğünü yaptığım kitabın yer ve şahıs isimleri için gerekli. Bunu buraya aynı zamanda Ragıp Abi’nin yazılarımı okuyup okumadığını anlamak için iliştiriyorum.
Dün sahurdan sonra 3-5 sayfa Kaygı Çağı okudum.
Kemal Sayar’ın önsözde yazdıkları etkileyici… “Sevdiklerimize bile sarılamıyoruz” demiş bir yerde mesela. Ve şu cümle yaşadıklarımızın hülasası gibi:
“Bildiğimiz ve anladığımız hayat bize sırtını döndü ve artık hiçbir şey çantada keklik değil. Dünya tepetaklak; ancak tekinsiz olan bizim için hayatı gözden geçirmek ve bir nefis muhasebesi yapmak için bir fırsattır da. “Bilim insanları bir mucize için gizliden gizliye dua ediyor, din adamları gizliden gizliye bilimden medet umuyor. Varoluş eskinin yıkıldığı yeninin de bir türlü kurulamadığı bir buhran döneminden geçiyor. Demek ki ayağımızı yere o kadar da sağlam basmıyormuşuz!”
Kitabın ilk yazısı Hakan Türkçapar’ın, Covid-19 Kaygısı ve Travması başlıklı yazısı… Yazar pandemiyi diğer hastalıklarla karşılaştırırken neden hala ölümcül olmayı sürdüren ve ürkütücü ölüm rakamlarına sahip diğerlerinden değil de bundan korktuğumuzu şu şekilde açıklıyor:
“Peki neden bu rakamlar değil de Covid-19 enfeksiyonu riski bizi daha çok korkutmaktadır?
Çünkü diğerlerinin ne yapıp yapmayacağı bilinebilir/öngörülebilir nitelikteyken, bu enfeksiyon daha yeni ortaya çıktığı için; onun ne yapıp yapmayacağı, nereye kadar gideceği bilinmediği, bu konuda yüksek düzeyde belirsizlik hâkim olduğu için; halihazırda diğerlerini kanıksayarak alışmış ve ‘Bizim başımıza gelmez,’ varsayımıyla kendimizi güvende hissederek yaşarken Covid-19 bizzat kendimizi ölümden bağışık görme tutumumuzu yoğun bir şekilde sarstığı için; yani olasılığı büyük algıladığımız için bizi çok daha fazla korkutmaktadır. Diğer yandan Covid-19’la ilgili endişe ve kaygıyı büyüten ikinci şey, tehdidin kötülük derecesinin de yüksek görülmesidir. Gripten, soğuk algınlığından ölüm olduğu söylense de bu bizim için çok inandırıcı değildir, oysa Covid-19 nerdeyse sonu ölümle biten bir idam kararı gibi algılanmaktadır.”
Gerçekten de hastalıktan iyileşenlerin sayısı ölenlere nazaran çok yüksek seyrediyor ama sürekli aynı şeyleri görmekten duymaktan korkumuzu besleyerek devasa bir canavara dönüştürmeyi başarıyoruz. Evet korkunç bir hastalık evlerden ırak olsun kabul, ama artık umuda ihtiyacımız var. Yerinde ikazlar ve gerekli önlemler dışında felaket tellallığına bir ara verilsin artık.
Bugün de bir şekilde bitti. Yarın alışveriş için dışarıya çıkmalıyım. Ne alacağım onu da bilmiyorum ya. Abur cubur desen Ramazan’da gitmez. Eczaneden maske almaya gitsem kuyruğu aşıp alamam.
Ertesi gün annemle temizlik yapacakmışız. Eve biraz çeki düzen vereyim. Kadıncağıza zahmet olmasın.
İmsak girmek üzere son bir su içsem iyi olacak…
35. Kayıt
Bugün Ramazan’ın en zorlandığım oruç günü oldu. Gün boyunca büyük bir baş ağrısı sıkıntısı yaşadım.29 Sosyal medyaya koyduğum iftar öncesi fotoğrafım hapishane kaçkınlarına ve torbacılara benzetildi.
Bugün kendimde çalışacak isteği bulamıyorum. Belki gece birden sabaha kadar denerim. Kemal Sayar’ın editörlüğünde Erol Göka gibi ciddi isimlerin de içinde bulunduğu Kaygı Çağı adlı kitap çıkmış. Umarım Korona virüs salgınını paraya tahvil etmek için alelacele kaleme alınmış yazılardan oluşmuyordur. Yazıların başlıkları ilgi çekici görünüyor. İlgi uyandırıcı bir muhteva ile karşılaşırsam buradan yazarım.
Dün karantina sürecinde yaşadığımız bir açmazdan bahsedecektim. Üzerimize adeta boca edilen ve birbirini nesh eden haber ve yorum bombardımanından. Ama aklıma keyifli bir hikâye gelince vazgeçmiştim. Şimdi tekrar oraya dönebiliriz.
Bu salgın mevzuu dünyanın bu gibi durumlara aslında çok da hazırlıklı olmadığını çok net olarak gösterdi. Filmlerde dünyaya çarpacak göktaşını vuran, uzayda koloniler kuracak yetkinlikte gösterilen devletler yüz binlerce ölü ihtimalini konuşuyorlar. Dahası hala ortada insanın yüreğine su serpecek bir çözüm önerisi getirebilen yok. Bence hastalığın yaz aylarında duraklayacağı fazlaca iyi niyetli bir temenniden ibaret. Fazlaca iyi niyetli, fazlası değil…
Hatırlayalım İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler sürü bağışıklığı yöntemini tartıştılar. Bu yöntem virüsün kademeli olarak toplumun tüm fertlerine bulaştırılarak ortak bir bağımlılık kudreti yaratmayı amaçlıyordu. Ancak yüz binlerce ölüm vakası yaşanabileceği ikazı üzerine bu fikirden vazgeçildi. Bir tek İsveç bunu kısıtlı önlemlerle deniyor onda da ölüm rakamları günbegün yükseliyor.
Bu kadar felaket tellalının her gün birbirlerine nazire yaparcasına mâni okuyan Ramazan davulcuları gibi ekranlarda arzıendam etmesi yetmezmiş gibi bir de başımıza UFO görüntüleri çıktı. Sanki bütün evren kıyameti çağırıyormuş gibi… “Kop artık şimdi değilse ne zaman!”
Süreç bizi her gün 100 ölüye sevinir hale getirdi düşünebiliyor musunuz? Her gün 100 ölü! Her gün en aşağı 1000 insan sevdiğini kaybediyor. Ve biz bir şeyler iyiye gidiyor sanıp umutlanıyoruz. Aklıma yine Nikoforuk’un cümlesi geliyor:
“Dördüncü atlı sadece canı istediğinde gider.”
34. Kayıt
Orta karar komedi filmlerinde sıklıkla kullanılan bir klişe vardır. Kahramanın sağ ve sol tarafında biri beyazlara bürünmüş melek kılıklı biri de elinde asası ve kırmızı kıyafetli şeytan kılıklı -bunlar aynı zamanda kahramanın ta kendisidirler- varlık ona sürekli birbiriyle çelişen tavsiyeler fısıldarlar.
Tam sürekli müspet ve menfi haberlerle şapsallaşan bizlerle kararsız film kahramanı arasında bağlantı kurup yazıyı kurgulayacaktım ki hatırıma seneler öncesinin başka bir melek şeytan hikayesi geldi.
Erzurum’da okurken çok kısa bir dönem at yarışı oynamış ama kısa sürede bu işin bana göre olmadığını görerek bu gereksiz alışkanlıktan vazgeçmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse bu benim için alışkanlık denilebilecek kadar bile uzun sürmemişti. Sürmemişti sürmemişti lakin bu kısa dönemde bir akşam vakti yurt merdiveninde karşılaştığım Rizeli Turan’a “Ulan Turan şansa bak 4’te kaldım,” demem, o anda meseleye “o parayi baa ver ben seni sabah 5’te kaldurum” diyecek kadar yabancı olan fakat sonradan bu işten bir hayli muzdarip olacak olan bu fıkralardan fırlamış Karadeniz delikanlısının kafasında kolay para kazanma hırsının kapısını da aralayıvermişti.
Turan nerden ve nasıl öğrendiyse bir şekilde at yarışı olayın künhüne vakıf olmuş ancak bu vakıf olma hali elinde avucunda ne varsa at yarışına yatırmasına engel olmamıştı.
Sonraki yıllarda aynı yurtta olmasak da görüşmeye devam etmiştik. At yarışı oynamaya daha kötüsü hâlâ kaybetmeye devam ediyordu. Zaman zaman da “Senun yüzinden buluştum bu boka,” diyerek bana takılıyor, tövbe üstüne tövbe etse de eline para geçtiğinde yine soluğu ganyan bayiinde alıyordu. Tabii ben de Karadenizli olduğumdan onunki gibi keskin cevaplar verebiliyordum “O ki beni örnek aldun şimdi al şimdi oynamayrım oyniyan halumi örnek aluyusun da şimdikini niye almayisun?” Hak veriyordu bana vermesine ama bu illete öyle bir bulaşmıştı ki bayram öncesi ailesinin yolladığı parayı bile at yarışına yatırdığından Kredi Yurtlar Kurumunda odaları dolaşarak “Arkadaşlar bi arkadaşumuz memlekete gidecek parasi kalmadi yârdim edelum,” diyerek kendi yol parasını toparlıyordu. Bunu anlattığında şunu eklemeyi de unutmamıştı:
“İhtiyacum kadar topladum fazla almadum.” En azından o parayı Rize bileti almaya harcamış ve evine dönebilmişti.
Günlerden bir gün üniversite kampüsünde dolaşırken hemen arkamızda sevgilisine cilve yapan bir genç kızın “Turan Turan” diye bağırmalarına müstehzi bir şekilde göz süzüp “Kizun biri beni çağruyi ama yüz vermiyceğum oğa” dedikten sonra bana dönerek anlatmaya başladı.
“Geçen gün yurtta ders çalişiyirum. Baktum ganyan gastesi önümde duruyi. İçumden bi ses dedi ki ‘ula Turan bu kez parayi vuracasun kak git ganyana,’ ebir bi ses de dedi ki ‘ula yârin sinav var otur oturduğun yere bok yema’ bir diyi ki git oyna ebir ses otur anliycağun içumde meleklan şeytan savaş ediyi.”
“Eee ne yaptın,” dedim. “Ne yapacağum gittum parayi verdum geldum.”
“Ula niye meleğu dinlemedun?”
“O zaman onun melek olduğuni bilmeyidum.”
Turan’la koptuk komik pek çok macerası hayal meyal gözlerimin önünden geçiyor. Hâlâ at yarışı oynayıp oynamadığını bilmiyorum ama ganyan bayilerinde talihi bir türlü yaver gitmeyen bu özel adamın bahtının bir başka alanda açık olduğunu bilmenin gönül rahatlığıyla satırlarımı sonlandırıyorum. Rizeli Turan evlendi ve tek seferde beşiz babası oldu!
33. Kayıt
Bugün karantinanın en sakin günlerinden biri gibiydi. Her ne kadar pazar gününü yaşadığımıza dair elimizde elle tutulur çok fazla veri bulunduramasak da ömrümüzden bir günü daha eski hayatımıza hasret duyarak tüketiverdik.
Bugünkü oruç da çok fazla yormadı ama zihin melekelerini zorladığını basit bir metni dahi okuyamadığımda anladım. Tüm okumalarımı bırakarak Ramazanlık okumalar yapmaya karar verdim.
Bunlardan biri Büyüyenay’ın neşrettiği Selim Nüzhet Gerçek’in Geçmiş Zamanlara Dair kitabı. Hepimizin ortak problemi haline gelen karantinada okuyamama açmazının üstesinden gelebilenler için keyifli bir alternatif bu kitap. Eski mektepleri, meyhaneleri ve kahveleri kendine has üslubuyla kaleme almış müellif. Makalelerden birisi ilginç…Tandırbaşı başlığını taşıyor. Bu başlık bizi ister istemez köy evlerinde ekmek pişiren ihtiyar kadınlar tahayyülüne yönlendirse de makaleyi okumaya başladıkça kazın ayağının hiç de öyle olmadığının farkına varıyoruz.
Ortasında kafes şeklinde bir soba bulunan masanın etrafında sırtlarına giydikleri kalınca montlarla battaniyenin altına ayaklarını uzatmış kadınlar hayal edelim. Gündüzleri tandır etrafında nakış işlemek, dikiş dikmek gibi maharet gerektiren el işleri için toplanan hanımlar, aynı düzenek gece vakti kurulduysa bu kes tandır etrafında masallar ve en karanlık hurafelerle dolu efsaneleri anlatmaya başlarlar. Nüzhet’in dediğine göre bu sohbetlere çoklukla kuruyemiş ve şerbet de eşlik etmektedir.
Dünkü eski dostlarımın jestinden sonra bugün de Adnan ağabeyin jestiyle karşılaştım. Adnan ağabey ne zamandır gıyabımda beni mutlu edecek planlar peşinde koşuyor, farkındayım zira boşboğaz Göktürk bana yetiştiriyor. Bugün esaslı bir deneme yaptı ve beni gerçekten çok mutlu etti. Adnan abiye bir parantez açalım. Onu bize sevdiren böyle kendisi için küçük bizim için büyük jestler değil. Asla değil. Adnan abi akranlarının bizimle aralarına koydukları koca koca yıkılmaz setleri inşa etmeye zerrece tenezzül etmeden, mazisine ve çilesine hürmeten saygı ve edep dairesinde kalmaya çalışma gayretimizi eblehçe bir tâbi metbu ilişkisi üzerinden okumadan karşısındakine saygı duyan ve kendisine duyulan saygıyı bizatihi üreten bir büyüğümüz. Ben onunla yaptığımız sohbetlerden aldığım keyfi hiçbir akranından almadım. Kötü huyları yok mu peki? Var. Muhtemelen dört gözle beklediğimiz romanı şu an musluktan akan suyu 10 dakika ineğin otlamasını 25 dakika gösteren Fransız filmlerine dönmüş durumda.
Bugün adresimi isteyen tek kişi Adnan abi olmadı. Çocukluk arkadaşım Habil de ev adresimi istedi. Gerçi bu Oflulardan adama hayır bir şey gelmez ama neyse. Habil’le ufak bir sohbet yaptık havadan sudan sohbetin sonunda hasta olan biricik yavrusu Fatma Betül için dua istedi.
Ben dinen çok da makbul bir adam olduğumu düşünmüyorum ama bu yazıyı okuyan varsa küçük yavrudan duamızı esirgemeyelim.
Ve bir duamız da şu günlükleri yazmamıza sebep olan günlerin bitmesi için olsun.
32. Kayıt
Günlük benim 31 gündür kahrımı çekiyorsun. Helal sana! Sen de olmasan kime derdimizi dökeceğiz!
Bugün geç bir saatte güne başladım. İftara kadar daha basit olanla iftar sonrası İskender’le uğraştım. Saat 2:20 daha yeni bitirdim. Çalışmak geriye bir şey bırakmıyor.
Bugün temizlik de yapmaya çalıştım. Annemden aldığım kovaya çamaşır suyu ve parlatıcı koydum üzerine sıcak su ilave ettim.
Mutfağı ve arayı temizledim. Bir ara çamaşır suyu beni bayıltacak gibi oldu. Bereket versin ki bayılmadan temizliği bitirdim.
3. sahurumda da yemeğimi görece erken vakitlerde yememe rağmen oruç tutarken baş ağrısı dışında bir problem yaşamıyorum.
Ne kadar acıktığımı iftar sofrasına oturduğumda anlayabiliyorum.
Bugün kitap sitelerinde de bir hayli dolaştım. Ciddi bir sevkiyat problemi yaşadıkları görülebiliyor. Bir sürü kitap satışa kapatılmış durumda. Gerçi gün boyu bilgisayarın başında olmaktan okuyamıyorum ama kitapla ünsiyetimizi koparmamak lazım.
Kitap deyince Recep Abi ile Yaşar salon için düşündüğüm kütüphaneyi yaptırma işini üzerlerine aldılar. Bu karanlık günlerde ne büyük bir jest!
Salgın haberleriyle alakalı görece bir iyimserlik havası oluşmaya başladı sanki. Sayıları takip etmeyi bırakmış olsam da bunu hissetmemek olanaksız. Tabii yine de itidali elden bırakmamak lazım.
Havadaki kararsızlık sürüyor. Sabahları iç acıcı bir güneş akşama doğru görüntü olarak yine güneş olsa da insanın içini titreten bir soğuk mevcut.
Geceleri hala hasta olunabilecek bir ayaza sahne olabiliyor.
Bu gecelik bu kadar kâfi, yapabilirsem 3-5 sayfa eski Ramazanları anlatan bir iki satır okuyayım.