44. Kayıt
Kitap da diğer fetiş haline getirilen nesneler gibi abartıldığında kabak tadı veriyorsa da bu netameli günlerde varlığıyla yaşamımızı renklendirmeye devam ediyor. Hasan’ın aldığı hediye kitaplardan hararetle beklemiş olduğum Nurdan Gürbilek’in kitabı idi. Ne var ki satış sitesi diğerlerini hazırladığı halde onu temin edememişti. Bugün öğleye doğru neredeyse kitabın varlığını dahi unutmaya başlayacağım bir zamanda kapı çalındı. Kitap müstakil bir poşet içinde bana ulaştı. Fakat Ramazan’ın başından beri yakamı bırakmayan halsizlik ve baş ağrısı yine kuvvetimi emmişti ve iftar vaktine kadar yarı uykulu yarı uyanık zaman tüketme çabalarım yüzünden kitabın kapağını açamadım.
Gürbilek ev, mekân, toprak gibi konulara değinmiş enfes bir önsözle kitaba girmişti. Tam da Ragıp Vural’ın Corona Günlüklerinde tartışmaya açtığı ev-barınak ikilemine değen bir şeyler vardı bu girizgahta. Vural devamını getirmediği için hayıflandığımız yazısında
“Kentli insanın bir evi yok. Malikanesi, sarayı, konağı, rezidansı/apartman dairesi var ama bir evi yok; hepsi barınak. Dünya’nın evimiz olduğu bir zaman dilimi vardı, halen yeryüzü pek çok insana ev sahipliği yapıyor ama anladım ki Sevgili Günlük, benim bir evim yok. Ev; yani hayatını idame ettirdiğin ve ait olduğun yer. Başımın üstünde bir çatı var tabii fakat kendimi hapsettiğim şu günlerde onu sadece barınmak için kullandığımı anladım. Dışarıda yaşıyormuşum, dışarının her şeyine muhtaçmışım” demişti.
Gürbilek bu girizgahta çapraz fikirleri metne serpiştiriyor. Bu fikirlerden biri adeta Ragıp Vural’ı teyit eder nitelikte olan Adorno’nun fikri. Gürbilek’in naklettiğine göre “evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamını da yitirdiğini bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğünü” söyleyen Adorno Ragıp Vural’ı şu cümleyle doğruluyor:
“Ev geçmişte kalmıştır.”
Ve ardından Nurdan Gürbilek’in her zaman için görüşünü paylaşmıyor olsanız dahi perspektifine hayran bıraktıran değerlendirmelerinden biri geliyor:
“Yazarlar bir yeri anlatmakla kalmaz, daima yeniden yaratırlar. “Vatan” Namık Kemal’in bölgesiyse, “ülke Cemil Meriç’in “topraklar” Orhan Kemal’in “memleket” Nâzım Hikmet’in “coğrafya” Tanpınar’ındır. Bu sözcüklerin aynı yere işaret ettiğini kim söyleyebilir? Cemil Meriç “ülke” sözcüğünden mağdurluk, hüsran ve öfkeden yontulmuş bir ülke yaratmıştı. Nâzım Hikmet’in “memleket”i yeryüzünün dört bucağına, Akdeniz’e, Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Hindistan’a açılan, kahredici olduğu kadar yaratıcı da olan bir memleketti. Orhan Kemal “topraklar”dan kanla beslenen, bir o kadar da bereketli topraklar, Tanpınar “coğrafya”dan yalılar, köşkler, çeşmeler ve mescitlerle dolu, sılanın kendisinden çok sıla özleminden yapılmış bir kültürel coğrafya yaratmıştı.
Bugün yazarın böyle bir yeri yok artık. Sadece “ülke”ye, “memleket”e, “topraklar”a başka yazarlar bizden önce yerleştiği için değil, sadece bu yerleri yüklendikleri ideolojik içerikten arındırmak bugün daha zor olduğu için de değil, bugün dünya artık başka bir yere dönüştüğü için de böyle yazılamıyor artık. Dünya bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne kaldıkları ne de gittikleri yere yerleşebilenlerin dünyası olduğu için, bu yerinden edilmeler dünyanın yerleşik düzeniyle birlikte “ülke”, “yurt”, “memleket” kavramlarını da yerinden ettiği için böyle yazmak inandırıcı değil artık.”
Mesele bir yazıya sığdırılabilecek kadar hafif değil şüphesiz. Hayatının büyük kısmını evde geçiren ve dışarıdan ziyade evde rahat eden biri olarak bu dönemde evi tanımlamanın doğru sonuçlar vereceğini düşünmemekle beraber evin mekân olarak zindana evrildiği psikolojik atmosferin de es geçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Salgın yerine hayat rutinimizi böylesine değiştiren bir başka durum da yaşanmış olsa eşyayı yeni baştan başka şekilde yorumlayacağımız çeşitli perspektifler muhakkak doğuracaktı. Bundan eminim.
Tartışmaya açık kişiden kişiye değişecek farklı tanımlar üretileceği şüphesiz olan bu münbit alanda safımın günden Ragıp Vural’ın yazısının finalinde “Dışarısıyla varmışım Sevgili Günlük, sevmediğim trafiğiyle, kalabalıkla, her gün ayaklarımı sürüyerek gittiğim ofisle varmışım. Dışarısı olmadığında ben de yokum. Evim yok ondan benim Sevgili Günlük, bir barınağım var ama evim yok” dediği noktaya doğru sürüklendiğini itiraf ederek yazıya nihayet veriyorum. Belki yenilenen mekân tanımları üzerine birkaç gün tartışabiliriz. Bakalım yarın neler gösterecek?
43. Kayıt
Dün gece sosyal medyada arzıendam eden Göktürk’ün fotoğrafının yaşattığı dehşet kolaylıkla sindirilebileceğe benzemiyor. “Acaba hasta mı?” şeklinde sorular bana gelmeye başladı bile.
Bugün iftara kadar 3-4 saat uyudum uyku düzenim iyiden iyiye bozuldu sanırım.
Film izleme planımı gerçekleştiremedim. Birkaç pehlivan yazısı yazdım, biraz İskender.
Gece dostlarla görüntülü konuşma yaptık. 2-3 saat sürmüştür. Sonra günün ilk ışıklarına kadar çalıştım. Ramazan sonuna kadar gece çalışmak daha mantıklı.
Gece günlüğe tek bir şey yazamadım. İçimden gelmedi. Şimdi öğleye doğru. Bir şeyler karalıyorum.
Okuduğumuz kitaplarda bazen tek bir cümle yüreğimizi kanatmaya yetiveriyor.
İsmail Kara’nın Doğu Karadeniz’deki tekkelerle alakalı kitabındaki şu cümle gibi:
“18661867 tarihinde kurulduğu belirtilen ve o gün için 800 adet kitabı bulunan Çufaruksa (Uğurlu/Çaykara) köyündeki kütüphane binası halen duruyor. 1970’li yıllarda Halkevi tarafından işgal edilmiş, 1500 civarındaki yazma- basma eserin 1200’e yakın adedi ya imha edilmiş veya gelişigüzel halka dağıtılmıştır.”
Yani aklı başında bir insanın şu yazılana bir mana vermesi çok zor. İçinde yazılanlardan hoşlanılmasa da bu eserler tarihi önemi haizdiler. Kaldı ki kütüphaneyi yamyamlar gibi işgal edip eserleri yok edenlerin eserlerin muhtevası hakkında bilgi sahibi olduğunu da hiç sanmıyorum. Bizim yobazımız hangi fikrin yobazı olursa olsun hiçbir şekilde eğitilmeye müsait değil. Buradan bunu anlıyoruz.
Ramazan okumaları pek yapamadım. Biraz yapmam iyi olacak. İftara kadar aktif dinlenme yapabilirsem iftar sonrası daha verimli çalışmam mümkün.
Ama uyandığımda başlayan baş ağrısı iftar vaktine kadar yakamı bırakmıyor. Şimdi şu satırları yazarken başım ağrımıyor. Umarım böyle devam eder. Bir romana başlamalıyım. Ara ara Mustafa Budak’ın Lozan kitabına göz atıyorum. Soru cevap şeklinde kolay okunur bir kitap yazmış.
Az detay çok bilgi. Güzel bir mantık.
Ahmet Rasim’im Ramazan Sohbetleri’ne akşam bir bakayım. Yaşadığımız karantina bize Ramazan rayihası koklatmıyor. Bari eski Ramazanları yad edelim.
Bugüne kadar ki “Nerde eski Ramazanlar” şeklinde sorulan imalı suallerin hepsi geçersizmiş. Asıl şimdi: Nerde eski Ramazanlar!”