Html code here! Replace this with any non empty text and that's it.
Eve kapanma hali hepimizde farklı zaman öldürme araçları arama ihtiyacı doğurdu. Babam ve annem iyi birer okuyucu olup çıktılar. Onlara uygun olduğunu düşündüğüm kitapları aşağıya götürüyorum. Anneme Nubar Terziyan’ın anı kitabını verdim.
Babamın bir başka keyfi de internet üzerinden okey oynamak. Kahvaltı masasında okey oynadıkları bir kadının anlattıklarını nakletti. Söylediğine göre kadının oğlunun testi pozitif çıkmış. İşyerinden kapmış. Kadının kocası kızına gitmiş. Gelini de torunuyla evlerinde kalıyormuş. Oğlu ile kadın baş başa kalmışlar. “Nasıl bırakayım oğlumu?” demiş.
Bu ve buna benzer hikâyeler artıyor. Artacak.
Telefonlar üzerinden sohbetler arttı. İki gündür Göktürk Paşa ve Hasan Erimez conosu görüntülü arama yapıp makineyle kestiğim komik saçlarıma bakıp gülüyorlar. Ben garibim güya bir şeyler anlatıyorum, bakıyorum ki anlattığım komik olmayan hatta ciddi mesele karşısında karşımda sırıtan iki tane surat. O zaman anlıyorum herifler iğrenç saçlarıma gülüyorlar. Bu karanlık günlerde gülsünler de neye gülerlerse gülsünler.
Nikiforuk’un Mahşerin Dördüncü Atlısı’na başladım. Güzel kitap. 50 sayfa kadar okudum. Vahiy’in 6. Bölümünde salgın hastalıkların neden mahşerin dördüncü atlısı olarak tesmiye edildiğini de anlatıyor. Diğer atlılar şunlar:
1- Tanrı’nın dünyasını yaşamı ve umudu temsil eden beyaz bir atın üzerinde oturan ve başında taç olan atlı.
2- İkinci atlı savaşı temsil eder. Kan kırmızısı bir küheylana binmektedir ve kocaman bir kılıcı vardır. Bu atlı aynı zamanda iktidarı ve resmî politikaları da temsil etmektedir.
3-Üçüncü atlı siyah bir ata maliktir. Refah ve kıtlığı ölçtüğü bir terazisi vardır.
4- Dördüncü atlı soluk ve kansız bir ata binmekte veba ve ölümü simgelemektedir.
Nikiforuk ekliyor zaten: “Eskiler bu ikisini birbirinden ayırt edemezlerdi.”
Bugün dünyanın dört bir yanında dört nala koşturan işte bu dördüncüsü.
Kitabın girişinde hayli vurucu tespitler mevcut bir tanesi şu:
“Salgın hastalıklarla dolu geçmişimizi unutmuş olmamıza rağmen Dördüncü Atlı hala dilediği zaman hayatlarımıza girebilmektedir. Ölümcül salgınların yok olmadığnın en büyük kanıtı AIDS’tir.
Bugün, tarihin bir parçası olduğumuzu ya da geçmiş salgınların canlı anıları olduğumuzu düşünmek istemiyoruz. Temiz sokakların, pamuklu giysilerin, çöp kamyonlarının ve gıda müfettişlerinin ölümcül salgınları ehlileştirip susturduğuna inanıyoruz. Veba Bakirelerinden ya da Atlılardan söz etmiyoruz. AIDS’in bir doğru yoldan sapma, geçici bir gerileme olduğunu düşünüyoruz. Bütün bu varsayımlarla birlikte 20. yüzyılın en büyük yalanlarından birini de destekliyoruz: Antibiyotiklerin, aşıların ve doktorların bizi ölümcül salgınlardan koruduğu yalanını. Tarih, bilimlerin en gencinin maskesini düşürüp onun hiçbir salgını durduramayan anlamsız bir ticaret olduğunu gösterdiğinde bile bu hayallerle avunuyoruz. Dördüncü Atlı, her defasında, sahneden ancak kendi istediği zaman çekilmiştir.”
15. Kayıt
“Acaba Corona virüse mi yakalandım?” Bu soru bugünlerde kendisinde hastalık belirtisi arayanlarca kendi kendilerine sıklıkla sorulan bir soru haline geldi. Vücuttaki en ufak bir rutin değişikliğini virüse hamledip soluğu hastanelerde alanlar da cabası. Ben de özellikle gittiğim iki market alışverişim sırasında alnımda ateşe benzer bir sıcaklık hissedince anlık da olsa “ne oluyoruz ulan” diye kendi kendime sormadım değil.
Fakat bu girizgahtaki soruyu güncel bir soru olarak sormaktan ziyade 2020’nin başında yakalandığım bir hastalık üzerinden soruyorum.
31 Aralık gecesi davetli olduğum dostum Kadir’in evine giderken metroda yanıma bir kadın oturdu. Fena halde bitkin görünüyordu. Hatta bir ara üzerime yıkılacak diye düşündüm. Tabii bugünkü gibi hastalık gündemi söz konusu olmadığından kadının yılbaşı gecesi eğlencelerine biraz erkence başlamış ama ipin ucunu kaçırmış biri olduğunu düşünmeyi tercih ettim.
Ardından Hasan’la buluşacağımız köprü üstünde müthiş bir rüzgâra yakalandım. Üşümemek için durağa sığındım. Ertesi gün yataklara düşmüştüm. Bu hastalıkta kolayına hasta olmayan bünyemi bir buçuk ay yatağa bağlı getirmesi bir yana ilk defa ölecek miyim acaba diye düşünmeme neden olan halsizliğim de dikkat çekiciydi.
2 bilemedin 3 günde biter dediğimiz nezleden çok daha yorucu ve yıpratıcıydı. Bugünkü melanetle uyan tarafları öksürük, ateş ve çok aşırı olmasa da solunum problemiydi. İlgili dönemde annem ve babam da hasta oldular ve aynı benim gibi antibiyotikle hastalığı geçiştirdiler.
Bu gece belli bir sebebe istinat etmeden hastalığı yeneceğimize dair bir kanı uyandı bende. Haydi inşallah.
***
Bugün Corona Günlüklerini okuyan bir arkadaşımdan şöyle bir yorum geldi; kelimesi kelimesine aktarıyorum:
“Corona günlüklerinizi okudum. Dehşet bir melankoli var. Psikolojisi bozuk biri okumamalı.”
Kıymetli bir yorum elbette ama zaten tarihe not düşmek adına bazı kaygılardan azade yazıyoruz.
***
Dün Osmanlı döneminin son Cumhuriyet döneminin ilk doktorlarından Tevfik [Salim] Sağlam’ın anılarına şöyle bir göz attım. Tifüs aşısını bulan Tevfik Sağlam’ın hayatını inceleyen eserde tıp tarihimiz için ufuk açıcı olan bu satırları korkunç bir illetle mücadele ettiğimiz şu günlerde hastalıklarla canla başla savaşan sağlık çalışanlarımıza sevgi öncekilerin aziz hatıralarına saygıyla paylaşıyorum:
“Dünyada ilk tifüs aşısı 28 Mart 1915’te Hasankale’de bizzat Tevfik Salim tarafından hazırlandı. Kendi istekleriyle dünyada ilk kez Dr. İhsan Arif, Dr. Tevfik İsmail, Dr. Haydar Cemal, Dr. Salahattin, Dr. Süreyya Ali, Yüzbaşı Zihni, Mülazım İsmail Hakkı, Cemil ve Namık Bey; yani beşi doktor dokuz subay üzerinde uygulandı. İstanbul’dan karargâh heyetiyle gelen bu doktorlar tifüs hastalarının yattığı ve hemen herkesin bitli olduğu Hasankale Hastanesinde bir haftadır çalışmaktaydılar. Dr. Salahattin Bey aşı olduğu gün ateşlenerek hastalandı. Dr. Haydar Cemal aşıdan üç gün, Dr. Ihsan Arif beş gün, Dr. Tevfik İsmail yedi gün sonra tifüse yakalandı. Aşılanan diğer beş kişi hasta olmadılar. Dr. Salahattin ve Dr. Haydar Cemal 15 gün süren ağır bir tifüs geçirdiler. Dr. İhsan Arif ve Dr. Tevfik İsmail’in hastalıkları hafif seyretti. Bu vakaların ortaya çıkması önce aşı hakkında şüphe uyandırdı ama doktorların tifüslüler arasında çalışıyor olmaları ve üzerlerinde bit bulunması nedeniyle hastalığın daha önce alındığı, aşılandıklarında kuluçka devresinde bulundukları sonucuna varıldı. Geç hasta olanların hastalıklarının hafif geçmesi aşının olumlu bir etkisi olarak yorumlandı. Daha sonra aynı yöntemle arkadaştan tarafından, aşağıda detaylı belirtildiği gibi, birçok kişiye uygulandı. Üçüncü Ordu ve İstiklal Savaşı’nda yapılan uygulamalarda aşının zararsızlığı ispat edildi.”
14. Kayıt
Arapların bir atasözü var: “Yer nerde Süreyya Yıldızı nerde?” Sanki bugünkü durumumuzu tasvir ediyoruz. Biz neredeyiz eski hayatımız nerede? Eski yaşantımızdaki rutinlerimizi birer birer terk ettiğimiz gibi yeni rutinlerimiz de oluşmaya başladı. Bu kötü. Eski hayatımla tek bağlantım kitap siparişlerim…
Bugünlerde hava günlük güneşlik olsa da yoğun bir rüzgâr ve fırtına söz konusu. Sanki Tanrı dışarı çıkmayalım diye bizi ikaz ediyor.
Alpaslan geceleri arıyor ne konuştuğumuzu bile hatırlamadığımız konuşmalar yapıyoruz. Geçen aramasında 3-4 defa “E abi sende ne var ne yok?” diye sordu. Sanırım çok hareketli ve aktif saatler yaşadığımı sanıyor. Aramızda geçen konuşmalardan biri:
-Alpaslan sana yolladığım ses kaydını dinledin mi?
-Abi çok komplo teorisi gibi…
-Hangisi mesela?
-Dinlemedim abi.
Alpaslan önemli bir konuya temas etti. Bu pandemi illetini atlatırsak bir başka tatsız salgınla yüzleşeceğiz. İntihar salgınıyla. Gerçekten de hemen hemen her yerde anasının babasının ölümüne sebebiyet vermiş insanlar söz konusu olacak. İntihar vakalarının yaşanabileceğini düşünmek art niyetlilikten ziyade yerinde bir öngörü gibi duruyor.
Kahvaltı masasında annem ve babam virüsü Amerika’nın ürettiğine dair iddiada bulundular.
Dün gece Sinan Terzi ile modern hikayeciler üzerine konuştuk. Mukadder Gemici, Cemil Kavukçu, Mahir Ünsal Eriş… Sinan’la konuşunca dostlarımı ne kadar özlediğimi anladım. Göktürk’ü… Hasan’ı… Mustafa Burak Doğu’yu… Herkesi…
Bu gece Hasan ve Göktürk’le saatlerce süren bir görüntülü konuşma gerçekleştirdik. O meşhur karikatürde dediği gibi “Gülmeyi unutmuşuz be Hüseyin” diyecek kadar çok güldük.
Arada bunu yapmak gerekiyor.
Bu endişe-nak zamanlarda aklımın kaldığı şeylerden birisi Elif’in Japonya’dan Malta’ya ulaşmasıydı. Sağ salim ulaştı çok şükür.
Bugünkü vaka sayılarına bakmadım. Hastalığı sorumsuzca başkalarına bulaştıranlara derinden öfke duyuyorum. Antalya’da hastaneden kaçan birisi arkadaşının evinde ölmüş. Allah rahmet eylesin de diğerlerine bulaştırdıysa bu nasıl ağır bir vebaldir yahu!
Hiç yazasım yok. Yarın yeni bir gün mü olacak? Hiç sanmıyorum… Muhtemelen eskisine devam edeceğiz