0,00 TRY

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Oğuzhan Murat Öztürk – Kayıtlar

21. Kayıt

Bugün uzun zaman sonra dışarıya çıkmam icap etti. Hem kredi kartı ödemelerini yapmam gerekiyordu hem de ufak tefek alışveriş işlerini halletmem. Bu aynı zamanda üzerime uzun zaman sonra eşofman dışında bir şey giymem anlamına da geliyor.

Bu kayıt günlüğün 21. kaydı dile kolay 21 gündür bir heyulanın içinde kalem oynatıyoruz.

Bugün biraz kitaplardan bahsedelim. Mukadder Gemici’nin Nuh’un Kızı hikâye kitabını evvelden okumuştum. Bu kitaptaki anlatım güzelliği yazarın diğer kitabı Kar Makamı’nı da aldırdı bana.

Mukadder Hanım’ın hem seçtiği konular hem de anlatımı vurucu. Bazıları gibi okura ucuz propaganda yapmak adına ardı ardına slogan sıralamıyor. Kar Makamı’ndaki “Mandalina” adlı hikâye üzerine sayfalar dolusu kitap yazılabilecek ve içinden bir dolu mağduriyet ve mahcubiyet çıkarılabilecek bir meseleyi 7-8 sayfada anlatıyor. Hikâye sevdiği gencin ailesi ile tanışmak için asker çocuğu olan gencin “sana alışmaları için zaman ver” diye ısrar etmesi üzerine başını açan ve bunu yaptığı için yoğun bir nedamet duygusuna kapılan bir genç kızın hikâyesi. Bir daha dikiş tutmayacak bir yara…

Gemici’nin Nuh’un Kızı adlı kitabında da vurucu hikâyeler mevcuttu. Kitaba ismini veren “Nuh’un Kızı” Sadri Alışık’ın başrolde olduğu siyah-beyaz Türk filmlerine benzer bir konuyu işliyor. Hani aslında zengin ve meşhur bir gazeteci olan Filiz Akın, Sadri Alışık ve düşkün arkadaşlarının olduğu barakaya kimsesiz bir kız gibi gelip onların hikâyesini fark ettirmeden yazıp çoksatar bir kitabın meşhur bir yazarı haline gelir ya, “Nuh’un Kızı”ndaki tema da buna çok benziyor. Aynı pişmanlık duygusu bir adaya gidip meşhur bir insanın ailesinden ehemmiyetli sırları öğrenip ifşa eden öykü anlatıcısında da mevcut.

Yine de Nuh’un Kızı’nda benim favori hikâyem “Hak Edilmiş Bir Ölüm” adlı hikâye, bu kadar netameli bir konu ancak bu kadar başarılı anlatılır. Yazar her tarafı mayınla dolu bir arazide mayınlara basmadan o kadar dikkatli, sakin ve kendine güvenir bir şekilde yürüyor ki hayran kalmamak elde değil.

Nazan Bekiroğlu’nun Mimoza Sürgünü’nü de şöyle bir elime aldım. Bir iki yazı okudum. İlk yazı Trabzon’dan Erzurum’a yapılan bir otobüs yolculuğunu anlatıyordu. Ben de Erzurum’da okurken bu nevi yolculukları sıklıkla yapardım. Bu yolculukların birinde kötü olmuş ve bir poşete istifra etmiştim oysaki menzile varmama az kalmıştı. Mahcup olmuştum. Yanımdaki akranım olan yolcu hiç tiksinmeden ağzını bile büzmeden bana yardım elini uzatmıştı. Aynısını ben yapabilir miydim? Sanmıyorum.

Kitaplar hakkında konuşmak üzerimdeki buhranı dağıtmış gibi. İşte bu yüzden yaşasın kitaplar!

Bu arada salgın hastalıklar ve bulaşıcı mikroplar üzerine okuyorum. Mesela 1914-1918 arasındaki salgın hastalıklarla alakalı Tarih Kurumundan kitap almış ama unutmuşum. Tesadüfen karşıma çıkıverdi. İnsan ceket cebinde unutmuş olduğu bir parayı bulmuş gibi seviniyor.

Televizyonda birtakım uzman ünvanlı kelli felli adamların birbiriyle taban tabana zıt mülahazalarını hayretle müşahede ediyorum.

Bu konuda konuşan uzmanlardan cümlesinde “henüz bilmiyoruz” gibi mutedil ifadeler kullananları yüksek perdeden dünyanın sırrını çözmüşçesine konuşanlara nazaran daha fazla dikkate alıyorum.

Bugün üzerimde 2 günlük buhrandan pek eser yok ancak kendimi çok yorgun hissediyorum.

Annemin dediğine göre karşı komşumuzun testi pozitif çıkmış. Herhangi bir semptomu yokmuş ama test pozitif. Peki herhangi bir semptomu olmadığı halde neden test yaptırmış? Sağlıkçı olan eşini işe götürdüğü için. Şimdi burada duralım. Burası ilginç, eşi sağlıkçı olduğu için ihtiyaten teste giren birisi pozitif çıkıyor. Bu vaka bizim bütün testlerimizi sorgulanabilir hale getiren bir şey. Hem de birkaç açıdan. Bir aynı bu vatandaş gibi herhangi bir semptom göstermediği halde virüsü barındıran ve istemeden de olsa gönüllü misyonerliğini yapanlar aramızda dolaşıyor demektir. İki, testlerimizi sadece semptomu gösterenlere yapıyor oluşumuz bize asıl verilerden çok daha uzak bir sonuç veriyor olabilir.

Ne güzel kitap konuşuyorduk. Kitaptan uzaklaşınca konu nasıl da tatsızlaştı. Yarın yine kitap konuşalım o halde. Yarın belki daha iyi bir güne uyanırız. Kim bilir…

20. Kayıt
Bu sabah dünkü bedbinlik ve ataletten azade olarak uyandım. Uyandığımda öğlen olmuştu. Begüm Hande’nin enerji ve neşesi bana da sirayet etti galiba. La Casa del Papel’in Bella Ciao’su eşliğinde gazeteleri okuyorum.

Kahvaltı masasında dünkü istifanın geri çekilmesi menfi şekilde yorumlandı. Annem ve babam market alışverişi yapmam için dışarı çıkmama karşı çıkıyorlar. Dikkatsiz ve savruk bir adam olduğumdan virüsü kendi ellerimle eve getireceğimden endişe ediyorlar ve ekliyorlar: “Bir aylık çabamız boşa gitmesin.”

Yine günlük güneşlik bir hava söz konusu.

Akşam hafta sonu için dün öngördüğüm gibi sokağa çıkma yasağı bugünden açıklandı. Bu iyi zira önümüzde alışveriş yapılabilecek geniş bir zaman aralığı mevcut. Ama ben eminim ki o son Cuma gecesi evvelkini aratmayan saçmalıklar yaşanacaktır. Millet olarak son dakikacı olduğumuz bir gerçek.

Dünkü gibi bugün de keyifsizim ama dün akşamki kadar yoğun bir keyifsizlik değil bu. Bir iç sıkıntısı var yine.

Saat 3:00 sıralarında deprem olduğuna dair sosyal medyadan paylaşımlar gördüm. İstanbul’da hissedilmiş. Ben hissetmedim. 3.8 şiddetinde. Allah beterinden saklasın ama kutsal kitaplarda anlatılan Mısır’daki felaketler gibi. Aynı oradaki gibi çekirge bile geldi. Kandilli deprem şiddetini 4.1 olarak güncellemiş.

İki gündür üzerime çöken bu bunalım hayra alamet değil. İstediğim gibi çalışamıyorum. Okuyamıyorum. Yediğimden içtiğimden zerre zevk almıyorum. Şu satırları yazarken bile dik bir yokuşu çıkmaya çalışan tıknefes bir ihtiyar gibiyim.

Bugün Köbok eve geç geldi. Gelmeyecek diye endişe etmedim değil. Eve geldiğinde üzeri is kokuyordu. Mangal yapan birilerine yanaşmış olmalı.

Bu gece, gün içindeki bölük pörçük uykulara yenik düşmemek için hiç uyumadım, ne var ki yine de uykum gelmiyor. Umudum yarın uyandığımda daha iyi bir güne uyanmak.

Yarın kitaplardan falan bahsedeyim. Şu ruh halinden çıkayım. Aksi takdirde bizim için bir sığınak haline gelen Corona Günlüklerini yazmak da zül haline gelecek.

19. Kayıt

Sabah keyifsiz uyandım. Ve bu keyifsizlik gün boyunca keyifsiz devam etti. Kahvaltıdan sonra bahçede biraz kitap okudum. Çıplak ayaklarımla çimlere bastım. Bilen bilir normalde yapacağınız bu hareket vücudunuzda elektrik boşalmasına sebep olur ve bu sizi rahatlatır. Bilakis sanki toprağın hatta bütün dünyanın elektriği üzerime yüklenmiş gibi oldu. Yaptığım espriler zorlama, gülüşlerim şakalarım her şeyim zorlama idi. Muhtemelen bugün bu yazı da zorlama olacak.

Cuma gecesi yaşanan karışıklıktan dolayı bakan istifa etti. Bu alışık olmadığımız bir durum. Ayrıca bu onurlu bir hareket ancak diğer taraftan bakıldığında sebep olunan şeyin ne kadar ciddi olduğunu da gösteriyor.

Bugün neden böyle moralsizim bilmiyorum. Belirli bir sebebi yok. Varsa da ben bulamıyorum.

Mukkadder Gemici’nin Kar Makamı kitabına başladım. Güzel. İki öykü okuyabildim. Nikiforuk’un kitabı mı moralimi bozuyor acaba?

Canımı sıkan şeyi bulsam rahatlayacağım. Zeynep’le ufaktan dertleştik. “Göktürk’ü özlemişsindir ondandır” dedi. Bu kadının masumiyeti beni bitirecek. Bu Zeynep “Ya Ouzan ya sen nie fakirsin ya,” cümlesinin müellifi. Namaz kılmamı da önerdi ama içimden o da dahil hiçbir şey gelmiyor.

Geçenlerde annem “Yaza çıkarsak,” diye başlayan bir cümle kurdu. Moral bozuyor böyle şeyler.

Uyuyup uyanıp şu kötü enerjiyi üzerimden atmalıyım.

Dağınık yazıyorum. Kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Rutinimiz olan ufak tefek şeyler ne kadar değerliymiş meğer.

Önümüzdeki hafta sonuna yine yasak bekliyorum. Bir iki gün tedarikli olmak lazım.

Bu günlüğü yazmak az da olsa rahatlatıyor. Hangi gündeyiz onu bile bilmeden günlük yazıyoruz. Günbegün ruh halimizi yansıtan bu satırları tarihe not düşmek için yazıyoruz.

Okuyucu enseyi karartmasın. Atlatacağız, elbette bu günler geçecek. İmtihan dünyasında olduğumuzu unutmayalım. Zorlu bir imtihan bu… Sabır ve metanet gerektiriyor. Bizi bu kadar çaresiz bırakan soruların çalışmadığımız yerden çıkması…

18. Kayıt

Hemen her gün sanki bir çeçe sineği tarafından ısırılmış gibi üzerime bir ağırlık çöküveriyor, telefonu uçak moduna alıp uyuyuveriyorum. Mesela bugün 11 Nisan Cumartesi günü. Ne yaptım bugün devrilen kitapları toparlamak dışında. Hiçbir şey. Saat kaç bugün günlerden nedir, ayın kaçı bunların hiçbirinin ehemmiyetinin olmadığı bir dönem yaşıyoruz.

Biraz evvel yine uyuyakaldım 3 saat uyumuşum. Bugün Abdülaziz yazısını bitirebildim. Dün de Söğüt’e bir Atsız yazısı verdim.

İçeride olmaktan o kadar bunaldım ve bu bunaltıcı rutine o kadar alıştım ki Yaşar’ın yazdığı “Sen yine şanslısın çık bahçeye otur” mesajıyla kendime geldim. Bizim bir bahçemiz var, evet. Uyanır uyanmaz pencereden kafamı uzatıp bakıyorum. Sonra zorunlu tecridime geri dönüyorum.

Çikolata kaplı kek alarak neredeyse bütün bu markete yığılan kalabalığın günah keçiliğini üstlenen vatandaşı bu gece anlıyorum.

Canım müthiş derecede abur cubur istiyor. Çikolatalı şekerli bir şeyler. Hiç olmazsa çubuk kraker.

Bu sabah kapıyı kargocunun çalmasıyla küçük çaplı bir şok geçirdim. Sokağa çıkma yasağı onlar için geçerli değilmiş. Neden yahu! Onların canı can değil mi?

Uzun süre kitap siparişi vermeyi düşünmüyorum. Sevimli aktivist bir arkadaşımın uyardığı gibi bu da bir nevi bencillik.

Sabah ve öğlen sanki bir yaz gününü geceleri ise bir kış gecesini yaşıyoruz sanki.

Hava öylesine soğuk.

Dergi için fotoğraf isteyen Ragıp Abi’ye diyetle zayıflamış halimi attığımda “Oğuzhan güzel bir fotoğrafını yolla lütfen” dediğinden beri zaten bırakmış olduğum diyeti iyiden iyiye saldım. Önüme geleni yiyorum. Evvelden olur da dışarı çıkarım diye tüketmekten içtinap ettiğim soğan, sarımsak gibi gıdaları biperva tüketiyorum artık.

Bugünkü sayıları takip etmedim. Dünden sonra bir manası kalmadı artık.

Kediye dahi alındığımız bombok vakitler…

Jared Diamond kitabının mikrop bölümüne şöyle bir göz atmalıyım. Kubilay abiye önermiştim. Aldı mı acaba?

Hasan’ın Corona Günlükleri yazıları şahane. Kalemi mütemâdî elinde tutmalı. Bu çocukta rintmeşrep bir hâl var. Bunu Kadir’in evinde elindeki bira şişesini tutuşundan anladım.

Bir sonraki uyumam ne zaman bilmiyorum. Belki son dönemde yapılmış sıkıcı bir Türk filmi bunu çabuklaştırabilir.

Türk filmi demişken Türkan Şoray’ın bir filmine rastladım. Çocuğunu başka bir aileye vermek zorunda kalmış bedbaht bir anneyi canlandırıyordu. Aslında hep aynı kişiyi oynuyor gibi değil mi? Bence öyle. Kaldı ki bence o dönemdeki kadın ve erkek bütün oyuncular aynı kişiyi oynuyorlar. Üzüntüyü yahut sevinci vurgulayan hareket kodları, ağlamaları, gülmeleri, öfkeleri hep bir kalıptan çıkmış gibi. Ama bizden bir şeyler kokuyor bu filmler. Biz “Evladım şöyle bir film koy acıklı olsun da ağlayalım” diyen nenelerin torunlarıyız. Gerçi ben bir yaşlı talebi olarak Trabzon’da “Habele tağli daşli yaylali bi film olsun” denildiğini de duymadım değil.

17. Kayıt
Bugün 10 Nisan Cuma. Virüsle mücadelemizin en acıklı günlerinden birini yaşadık. Milletçe itidalimizi kolayca yitirdiğimizi bir kez daha gözlemiş olduk. Fırınların, marketlerin önünde kuyruklar oluşması, hayatımıza yeni girdiği halde ehemmiyetli bir kelime grubu haline gelen “sosyal mesafenin korunması” kavramının hoyratça ihlal edilmesi, belki de günlerden beri ihtimamla korumaya çalıştığımız virüse karşı mücadelemizi berbat etti. Milletçe bir avuç incir berbat ettik.
Sosyal medyada adamcağızın birinin marketten aldığı bir çikolata çokça eleştiriye uğradı. Yani bu kadar basit bir şey için değer mi? Soru pandeminin anormalleştirdiği bir gerçeklikte makul mu? Makul. Ama o çikolata alanın çikolata alması sigaraya ihtiyaç duyduğu için markete gidenden da az insani değil.
Burada problem neyi almak için markete yığıldığımız değil. Problem yaşadığımız heyulanın hala layıkıyla farkına varamamış olmamız. Yıllar önce mektuplaştığım sınıf arkadaşım Ayşegül bir mektubunda -ki sanırım tek mektubuydu- hastaneye gitmekte oldukları bir süreci anlatıyor ve ekliyordu “insan işin ciddiyetine mahalleye giren ambulans kendi evine gelince anlıyor.”
Sorun o adamın çikolata kaplı gofret, berikinin kola diğerinin ekmek ya da sabun almak için orda olması değil sorun bütün bunları almanın hastalığın mağduru ya da yayıcısı olabileceğimiz bu durumun bizler için ehemmiyetinin olmaması.
Ayşegül doğru söylüyor insan kendi canı yanmadan durumu tam olarak anlamıyor.
Nikiforuk’un kitabında Romalıların sıtma ve vebaya karşı denedikleri bir tedavi yönteminden bahseder. Hastalıktan korunmak isteyenler bizdeki muskaya benzer şekilde boyunlarına astıkları bir kağıda bu gün sihirbazların ağzında aşina olduğumuz bir kelimeyi yazarlar:
“Abrakadabra.” Dokuz gün boyunda taşındıktan sonra nehre atılacak bu tılsım elbette bir işe yaramadı.
Peki biz bizden neredeyse 2500 yıl evvel yaşamış bu insanlardan farklı mı davranıyoruz? Pek değil. Bugün 10 Nisan Cuma gecesi bu savaşı kaybetmiş olabiliriz. Şom ağızlı olmaktan Allah’a sığınırım. Ama eve kapanıp iyice depresif olduğumuz şu zamanlarda böyle şeyler iyi gelmiyor.
Ve ister istemez Nikiforuk’un kitabından vebanın kasıp kavurduğu Orta Çağ Avrupa’sının bedbin bir doktorunun yazdığı satırlar bulaşıyor klavyeye dokunan parmaklarımın ucuna:
“Bu hastalık yılın bütün zamanlarını tek bir zamana ve bütün hastalıkları tek bir hastalığa dönüştürdü.”

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz