24. Kayıt
Bugün yine çok da erken uyanmamış olmama rağmen verimli bir çalışma günü geçirdim. Şu saatte yani 00:37’de hala sayfa açık ve çalışmaya devam ediyorum.
Bugün çok ilgi alanıma girmeyen çok da takip etmediğim bir insanın 8 yaşındaki oğlunun vefat ettiği haberini okudum ve haliyle üzüldüm. Üzülmek insana has bir duygu. Bazı şeylerin insana has olduğunu unutuyoruz. Sözgelimi ölmekte olan bir insana bir yudum su ikram eden bir insan kafasında “buna su vereyim de sevap kazanayım” yahut “buna su veriyorum ama bu zamanında şunu şunu yapmıştı” gibi şeyler kafasında kurmaz. O an ölmekte olan insana su dolu bardağı uzatırken onun yerinde bizim de olabileceğimizi düşünürüz belki de. Belki de suyu o muhtaç ele uzatan insanlığımızdır.
Bugün yavrusunu kaybetmiş bir insana hem de bu netameli ve insanlığa en ihtiyacımız olan dönemde “oh olsun” diye yazanlar oldu. Sizin aklınıza hakaret etmek gibi bir gayem elbette olamaz ancak ben yazarken cümleye olan inancımı kaybettiğimden yeniden yazıyorum:
“Evladını kaybeden bir kadına oh olsun yazıldı.”
Bunun tevil götürür yanı yok. Başkaca da yazılabilecek bir şey yok bence. Ki aslında bu milyon tane cümle yazılabilir manasına geliyor.
Bugün bir vefat haberi de Orhan Koloğlu’ndan geldi. Acı bir kayıp. Aynı İnalcık gibi son anına kadar üretmiş bir adamdı Orhan Koloğlu. Müthiş Türkler eserini yayına hazırladığımda -henüz basmak nasip olmadı- Koloğlu’nun ne kadar titiz bir tarihçi olduğunu mütalaa etmiştim. 70’lerin başında yayınlanan bu eser kaynaklara ulaşmanın bir hayli zor olduğu dönemde Fransız ve Amerikan kaynaklarını tarayarak Türk güreşi için altın değerinde bilgilere ulaşmıştır. Mekânı cennet olsun.
Akşama doğru acaba abur cubur alsam mı diye aklımdan geçirmedim değil. Fakat vazgeçtim.
Yarın yasaklı bir gün olacak. Bir öncekinden farkı olacak mı peki? En azından benim özelimde, hayır.
Bugün Göktürk ve Hasan’la yapmaya çalıştığımız görüntülü görüşme denememiz bağlantı problemi engeline takıldı. Görüşemedik. Emre Coşan, Köbok’a “çirkin kedi” diyerek kırdığı kalbimi bana kitap hediye ederek tamir etmeyi başardı. Gönderinin teslim edilebileceği ikinci kişi olarak Köbok’u kaydetmiş.
Bayat’ın günlüğünde kedi ile alakalı bölümü okudum; hüzünlendim. Moral bozacak ne çok şey var hayatta.
Ve üstüne üstlük hayatta bu kadar moral bozacak ayrıntı varken birisi gelip size “Oh olsun” diyebiliyor.
23. Kayıt
Bugün tüm gün çalışmak ve uyumakla geçti sayılır. Akşam yemeğinden sonra üzerime yoğun bir ağırlık çöktü. Battaniyenin altına girdim ve uyuyuverdim. Uyandığımda Köbok’un da yanıma girip benimle beraber uyuduğunu gördüm. Bu iyi zira dünkü hunrizane kavgamızdan sonra bana böyle bir yakınlık göstereceğini beklemiyordum. Sol elimde vampir ısırığı gibi diş izleri mevcut.
Dün Twitter’da Serkan Fidan adlı bir kullanıcının anlattıkları içimi acıttı. Annesinin kuzeni olan Müyesser Hanım’ın vefatını şu şekilde anlatmış:
“Müyesser Teyze, 1948 doğumlu annem ona abla dediğine göre 75 yaşının üzerindeydi. Bandırma’da yaşıyordu ve memleketteki ilk Corona vakasından sonra çocuklarının da yönlendirmesiyle evinden çıkmamaya başlamıştı. Kronik astımı vardı. O yüzden çocukları virüsün annelerine bulaşmasından endişe ettiği için Türkiye’de ilk vakanın tespitinin ardından ziyareti kesmişler. Müyesser Teyze’nin bir ihtiyacı olduğunda alıp kapısına bırakmışlar, sadece pencereden ayak üstü sohbet edebilmişler. Yaşlı ve yalnız birinin evlatlarıyla arasına mesafe koymanın nasıl bir his olacağını o yaşlara gelmeden idrak etmemiz mümkün değil. Ancak insanın annesiyle ilgili son anısının sosyal izolasyon sınırlarında kalmasının ne kadar berbat hissettireceğini bir düşünün! Bu süreçte Müyesser Teyze’nin onun yaşlarında bir komşusu sık sık ziyaretine geliyor. Komşuya ‘gelmeni istemiyorum’ demenin, içeri buyur etmemenin mümkün olmadığı bir jenerasyonun temsilcisi olduğu için de bir şey diyemiyor Müyesser Teyze. Komşusu sadece Müyesser Teyze’yi ziyaret etmiyor. Ümreden dönen arkadaşlarını da ziyaret ediyor. Oradan kaptığı virüsle de hem kendi hasta oluyor hem de Müyesser Teyze’ye bulaştırıyor. Komşu atlatıyor hastalığı ama Müyesser Teyze’nin gücü yetmiyor virüsü yenmeye… Cuma günü vefat ediyor, cumartesi toplam 4 kişi defnediyor cenazesini. Dört kişinin üçü görevli, biri de damadı. Daha fazlasına izin vermiyorlar. Yakınları ve sevenleri hem onu kaybetmenin hem de ona karşı son vazifelerini yapamamanın üzüntüsünü yaşıyorlar.”
Son dönemde okuduğum bir şeye bu kadar hüzünlendiğimi hatırlamıyorum. İçim parçalandı, çok üzüldüm. İnsanımız neden böyle kayıtsız neden böyle vurdumduymaz yahu!
Yine gece gündüze döndü saatler manasını kaybetti. Bu gecelik bu kadar… Yazasım yok… Okuyasım; hiçbir şey yapasım yok. Bugün telefonda bir arkadaşımla yazışırken telefonun sık kullanmaktan yazım listesine otomatik olarak atadığı kelimelerden birinin “evdeyim” olduğunu gördüm. Yaşadığımız bu hayat artık başka bir hayat. Eğer geri dönebilirsek döndüğümüz hayat da eskisi olmayacak.
22. Kayıt
Bu meşum, bu sancılı süreç ne vakit nihayete erer bilmek güç ama bileceğimiz bir şey varsa o da salgının etkilerinin uzun süre hayatımızda hissedecek olmamız. Hayatımız eski mutat seyrine de dönse artık eskisi gibi olmayacak.
Ve mutlaka bu bugünleri anlatan filmlere ve edebiyat eserlerine de yansıyacaktır. Hastalık ve edebiyat deyince aklıma Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun hasta kahramanı geliyor; ne demişti:
“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüdüm.”
Safa’nın 15 yaşındaki kahramanı bir kemik hastalığından mustariptir. Tıpkı 15 yaşındaki Peyami Safa gibi. Yaşadığı hastalık Safa’nın hayatında mühim izler bırakmış olmalı…
Salgınların edebiyattaki örneklerinden birine Nikiforuk’ta Charles Dickens’in verem hastalığını ve hastalığın insanlardaki etkilerine dair satırlarına şu şekilde tesadüf ediyoruz:
“Korkunç bir hastalık… ruhla beden arasındaki mücadele öyle yavaş, sessiz ve derin, sonuç öylesine kesin ki, günbegün, zerre zerre, ölümlü kısım yıpranır ve solar, böylece ruh da hafifleyen yüküyle beraber hafifler ve ümitlenir, ölümsüzlüğü yakınında hissederek onu ölümlü hayatın yeni bir dönemi olarak düşünür; ölümün kasvetli ve tüyler ürpertici biçimini aldığı bir hastalıktır bu.”
Veremi ortama Türk insanı Yeşilçam filmlerinde beyaz mendillere kan kusan kahramanlardan hatırlayacaktır. Bu dramatik an kahramanın dönüşü olmayan bir yola girdiğinin alametidir çoğu zaman. Bugün fazla beklemekten usanmak mânâsında verem olmak şeklinde yaşamlarımızda varlığını sürdüren bir etkiye sahip.
Batı’da veremle savaş ciddi tahribat yaramış, genç ölümler, beklenmedik kayıplar ve ansızın dolan mezarlıklar…
Nikiforuk veremle zekâ arasında bir bağ kurulduğu ve birlikte anılmaya başlandıkları bu dönemde Alexandre Dumas gibi isimlerin hasta rolü yapmak zorunda kaldığını not ediyor. Benim de bir adaya düşsem Milan Kundera’nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi -adaya düşeceksem bütün ciltler tek kitap sayılmalı- ile beraber yanıma almayı tercih edeceğim Sefiller yazarı Victor Hugo da iki kardeş eleştirmenden ‘şair olmak istiyorsa sağlığından vazgeçmesi gerektiği’ önerisini alacaktı. Nikiforuk’un naklettiğine göre iki kardeş eleştirmene göre bir yazar “yüreğin ve ruhun inceliklerini, hassas melankolisini, ender yakalanan eşsiz hayallerini dile getirebilmesi için verem tarafından çarmıha gerilmeliydi.”
Nikiforuk esprili üslubuyla Schiller, Çehov ve Kafka’nın da aralarında olduğu veremli sanatçılar için “Toronto telefon rehberi kadar uzundur” bilgisini veriyor. Nikiforuk’un mizah duygusu bu satırlarla sınırlı değil, veremin romantizmle ilişkilendirilmesine tepkisi şu şekilde Mahşerin Dördüncü Atlısı yazarının:
“Veremden ölmenin romantik sayılabilecek hiçbir yanı yoktur. İrlandalı fabrika işçileri ölüme ağızları açık, nefes almaya çalışarak gittiler, ne düşen yaprakları ne de hüzünlü kadınları görecek halleri vardı. Ressamlarla yazarlar da aynı şekilde öldüler, ama romantik olmadığı için bunu itiraf etmeyi reddettiler.”
Bu gece Göktürk ve Hasan’la görüntülü telefon görüşmesi yaptık. Yeni bir yöntem geliştirdik. Herkes normal takılıyor misal ben bu satırları yazıyorum muhtemelen Erimez kızlarla yazışıyor, Göktürk kitap bakıyor arada da sohbet ediyoruz. Bugünkü görüşmemizdeki tek yenilik bundan ibaret değil; artık görüşmelerimizi Ahmet Turan Tiryaki sosuyla renklendiriyoruz. Artık sohbetimize sırayla açtığımız şarkılar eşlik ediyor. Evvelden duymadığımız şarkılarla da tanışmış oluyoruz böylelikle. Bir çigan kemanının eşlik etmiş olduğu muhteşem Ochi Cherniye adlı şarkıyla Göktürk’ün tanışması da bu vesileyle oldu. Ben bu şarkının adını ve bu versiyonunu bilmemekle beraber evvelden dinlemiş gibiydim. Sevimli aktivist arkadaşımın çalma listesinden aldım.
Öncekilere göre daha dinamik bir gece oldu. Gündüz de çalışabildim önceki günlere göre. Yine de zamanı hâlâ verimsiz kullandığım gerçek. Şu an 4:16 yine gözünü budaktan sakınmayan aktivistin listesinden bir İran halk türküsü çalıyor.
Yazı aslında bitti. Final cümlemi bulamıyorum. Okuyan herkesin hissettiği final cümlesi kabulümdür.