0,00 TRY

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Oğuzhan Murat Öztürk – Kayıtlar

70. Kayıt
Evet veda zamanı geldi, çattı. Bu günlükler sıkıntılı zamanlarımızda içimizi döktüğümüz kendimizi bir nebze de olsa rahatlattığımız bir sığınma mecraı işlevi gördüler. Üstelik beklediğimin çok üstünde bir okur sayısına ulaşmış olduğumu da hayretle müşahede ettim.
Corona tehlikesi henüz uzaklaşmış sayılmaz, fazla bir rahatlık ve ihtiyatsız olma feci sonuçlar doğurabilir Allah esirgesin. Ama sürecin başındaki kabusvarî atmosferin çeperlerinin delindiği en azından psikolojik olarak gözle görülür bir rahatlamadan bahsetmek mümkün.
Dün de 21’de yatıp sabah 6’da uyandım. Akşam 19’a kadar büyük bir şevkle kitap hazırlıyorum. Aylarca sürebilecek bir çalışmayı çok kısa bir süre içerisinde bitirebileceğim bu gidişle. Ancak ufak bir talihsizlikle karşılaştım. Umarım aşabilirim.
Burada normalde yazmayacağım derece kırılgan ve bozuk hallerimi de kaleme almaktan çekinmedim zira günlük bir veçhesiyle de bu demektir aslında. Moralim bu kadar bozukken okura caka satmanın manası yoktu.
Bazı yazılardan ciddi manada keyif aldığımı söyleyebilirim. Özellikle kitapla alakalı olanlar bu nevidendi. Öyle ya da böyle 70 kez karşınıza çıktık. Sürç-i lisan elbette eylemişizdir. Hoş görürseniz sevinirim.
Belki daha keyifli bir dönemde güzel şeyler kaleme almak da mümkün olur kim bilir? Şimdilik elveda sevgili okuyucu. “Siz burdasınız eyy okuyucu ben nerdeyim?” Oğuz Atay’a da selam durduğumuza göre bana müsaade. Geçmiş olsun.

69. Kayıt

Dün yine saat 21’de yatıp bu kez 6:30’da uyandım. Çok hoş bir kitap hazırlıyorum tam 13 saat bilgisayarın başında onunla uğraşmışım. Bugün de ona başlamak için sabırsızlanıyorum.

Sevgili okur normalleşme başladı sayılır. Bu günlüğün amacı karantina günlerine dair bir hatıra bırakmaktı. Sanırım günlüklere de bir son vermek gerekiyor. Yarın 70. ve son yazıyla vedalaşalım. Daha güzel günlerde başka şekillerde buluşuruz nasipse.

Yeni bir hayata; eskisine benzer ama artık eskisi gibi olamayacak yeni bir hayata yelken açıyoruz. Temkinli, sabırlı ve dikkatli olmamız gereken yeni bir hayata. Allah bu millette tekrar Corona Günlüğü yazdırmasın J

68. Kayıt

Bu iki gündür uyku düzenimde iyileşmeler görünüyor. İyileşme derken asla yatmayacağım saatlerde uyuyup sabah karga bokunu yemeden uyanmaktan bahsediyorum. Dün saat 20:30 civarında uyuyup 6:30’da uyanmıştım. Bugün de 21:40 gibi uyuyup 5:30’da uyanıverdim. 24 saat süren mavra mesaimizdeki bu ani kesilme Hasan Erimez’in hoşuna gitmemiş gibi görünüyor. Sabah onun gece 1’de attığı “Bu uyku işi nerden çıktı? Ne güzel muhabbet ediyorduk” temalı mesajını gördüm. O abuk sabuk yerli yersiz uyuyan manasız vakitlerde uyanan hâlime göre şimdiki surum çok iyi. Ayrıca çalışma noktasında en verimli günlerimden birini geçirdiğimi de söyleyebilirim. Elimdeki iki çalışmanın son rötuşlarını yapmıştım. Kafamda başka bir kitap projesi belirdi onunla alakalı hazırlık yaptım. Gazeteleri falan buldum derken saat yine 21 oldu. Uyku vaktim gelmişti. Bu çalışmalar için eski gazeteleri bulmam gerekiyordu ve buldum da ne var ki saatlerce uğraşmışken 4 günlük bir boşlukla karşılaştım keyfim bir anda kaçıvermişti. Hem de aradığım şey o dört günlük boşluktan sonraki günlerde de devam etmiyordu. Tam bütün emeğim boşa gitmişken bir gün sonrakine bakmıştım ki aradığım metnin kaldığı yerden devam ettiğini gördüm. O dört günlük boşlukta gazete çıkmamış olmalı. Nasıl sevindim anlatamam! Eşeğini kaybetmenin hüznü ve bulmanın nihayetsiz sevinci…

Merve Sevde’nin yakında çıkacak kitabına da gönüllü editörlük yapıyorum bu arada. Çok güzel bir hikâye kitabı geliyor gibi.

Tabii bütün gün çalışınca dizi izleme ve kitap okuma etkinlikleri de gerçekleştirememiş oldum. Uyku düzenimi bu şekilde muhafaza edebilirsem bunlara da vakit ayırabilirim.

Son olarak zaman zaman günlük köşesinden bana laf atan Zeynep Arpacı’ya iki çift sözüm var:

“Twitter’daki profil fotoğrafını değiştir.”

67. Kayıt

Karantina sürecinde hemen hepimizin yaşadığı bir problem var. Uyku saatlerinin düzensizliği.

Bundan mustarip olmayan hemen hemen tek bir tanıdığım yok gibi… Ancak benim hâlim endişe verici bir şeye dönüşmeye başladı. Gün boyunca uykulu olma vaziyetim hiç değişmiyor. Ne kadar uyursam uyuyayım ne kadar duş alıp serinlersem serinleyeyim hep uykunun nefesini ensemde hissediyorum. Dün de saat 21 gibi uyuyup sabah 6:30da uyandım.

İyiden iyiye Ocak ayında virüse yakalanıp onu yendiğimi ama hastalıktan kalma tahribatın bende bu mukavemetsizlik hâlini yarattığını düşünmeye başladım.

Dünkü sosyal medya mevzuundan devam edelim. Sosyal medya sadece insanların kendilerini ifade ettikleri mecralar olmaktan çıkarak haber kaynağı işlevi görmeye hatta zaman zaman haberin bizzat kendisi haline gelmeye başladı. Buna örnek olarak milyonlarca insanın Başkan Trump’un Twitter hesabına yazacaklarını dört gözle beklemesini gösterebiliriz. Son günlerde bu hesaptan o kadar pervasız açıklamalar yapılıyor ki Twitter bile Trump’un twitlerine müdahale etmek zorunda kaldı.

Ben sosyal medya üzerinden münakaşaya girmek, birilerine bir şeyler anlatmaya çalışmak gibi çabalardan vazgeçtim. Burayı mavra yapmak için kullanıyorum artık ve suya sabuna dokunmayan malayani işlere ait bir yer olarak sınırladım. Dünyanın en gereksiz konuları için en sevdiğimiz insanları bile kırabileceğimiz bir sosyal medya kullanımından sarfınazar etmek gerekiyor. Bunu birkaç ay evvel yaşadım. Bana saygıda kusur etmeyen bir kardeşimle manasız tartışmalara girdik. Telefonda 10 dakikada çözülecek bir mesele için saatler boyunca gerginlik yaşadık.

Sosyal medyanın bir diğer baş ağrıtan tarafı da yaşlıların bazı şeyleri hayat memat meselesi olarak görüp sürekli “şunu paylaşırsan şöyle olur böyle olur” diyerek kıymeti kendinden menkul birtakım safsataları bizlere paylaşmamız için yollamaları! He amcacığım he! Dünyayı 5 Yahudi aile yönetiyor bunlar çok iyi saklanıyordu ta ki sen onları Facebook’tan ifşa edene kadar!

“Bunu paylaşmazsan Türk değilsin” “Bunu paylaş ki vatan hainleri bilmem ne olsun” gibi akıllara seza şeylerden kim ne umuyor bilmiyorum. Ama sırtımıza aldığımız gereksiz yüklerden oldukları kesin.

Aydınlatıcı, yararlı ve ufuk açıcı hesapları takip etmek dışında hayattaki hemen her şey gibi sosyal medyanın da fazlası zararlı. O yüzden ara ara kapatmakta fayda var.

Şu dönemde zaman geçirici ve oyalayıcı tarafları yüzünden önermiyorum.

Tünkitap’ta yenilenen site şerefine yapılmış güzel bir kampanya söz konusu. Buradan okuyucularımıza da hatırlatmış olayım. Özellikle Şiir Sanatı’na bir göz atın derim. Ölmezsek yarın görüşürüz.

66. Kayıt

Sosyal medya mevzuuna devam edelim. Sosyal medya üzerinden çok kıymetli insanlarla tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bir yönüyle yıllar boyu sürecek mesafeleri aşmış oluyoruz.

Bunun yanında sosyal medyanın menfi taraflarını da ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Kendimizi büyük ölçüde istediğimiz şekilde sunabildiğimiz sosyal medya platformları belli bir zamandan sonra kendi gerçek halimizden daha cazip bir mükemmelliğe erişebiliyor.

Sosyal medyadaki hayat gerçek hayatın önüne geçebiliyor.

Ben kendi adıma sosyal medya kullanımımın abartılı olduğunu düşündüğüm anlarda hesaplarımı kapatıyorum. Facebook’un Facebook olduğu zamanlar bazen uyanır uyanmaz yüzümü dahi yıkamadan oraya baktığım olurdu. Böyle bir sabah yine aynı şeyi yaptığımı görünce hesabımı uzun süre kapatmaya karar verdim. Şu an Facebook’u sadece çalışırken telefonla fotoğrafını çektiğim metni bilgisayara yollarken kullanıyorum.

Sosyal medya araçları her ne kadar bir şekilde kendimizi ifade edebildiğimiz bir mecra olarak görünse de aslında bizi belli ölçüde sınırlayan da bir durum arz ediyor. Ayrıca insan ilişkilerinin karşılıklı hoşgörüye dayalı yapısını tehdit eder bir hoyratlığın da merkezi olmuş durumda.

İnsanların yüz yüze konuşup kolaylıkla anlaşabileceği meseleler tarafların normalde olmadıkları cesaret ve cüretiyle içinden çıkılmaz noktalara gidebiliyor.

Bu yönüyle sosyal medya platformları türlü tatsızlık alanlarına da gebe aslında.

Bir de bilgi kirliliğine sebep olma tarafı da var işin. Yalan haberlerin bir virüs gibi yayılabildiği bir ortam söz konusu. Ben ilkokulda iken Kemal Sunal’ın öldüğüne dair bir dedikodu yayılmıştı. O zamanlar sosyal medya mevcut değildi ama “kara haber tez yayılır” misali bu sevilen sanatçının ölüm haberi kısa sürede herkesin diline dolanıvermişti.

Akşam haber bültenlerine konu olan bu uydurma haber üzerine rahmetli Kemal Sunal sağlıklı olduğu bilgisini vermek zorunda kalmıştı.

Simulasyonlar, yalan haberler, aldatmacalar yeni değil şüphesiz. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya’ya girmeye gerekçe olarak gösterdiği Polonyalı askerlerin Almanlara saldırdığı haberinin bugün yalan olduğunu biliyoruz mesela. Ya da Körfez Savaşı sırasında petrole bulanmış deniz içerisinde yaşam mücadelesi veren karabatağın aslında Irak’ta değil de Fransa’da olduğunu.

Rahmet Akif Emre’nin Göstergeler kitabında simülasyon Modern çağın kalburüstü düşünürlerinden Jean Baudrillard’dan iktibasla şöyle tanımlıyordu: Bir şeyin gerçek olup olmadığını ölçebileceğimiz bir kıyasa imkân tanımayan durum, yani gerçekle sahte olanı birbirinden ayıran çizginin ortadan kalkmış olması yani gerçekle gerçek olmayan diye ayrımın mümkün olmaması durumu. Baudrillard’a göre her şeyin bir yanılsamaya dönüştürüldüğü ortamın kaynağı medyadır.

Bugün medya gerçeği saklama misyonunu terk etmiş değil ama sosyal medya artık o rolü gönüllü milyonlarca mürit üzerinden gerçekleştiriyor.

Kabul etmeliyiz ki bilgi kaynakları ve bilgiye ulaşma yolları artık sayılamayacak kadar çok. Asıl soru şu olmalı: Ama hangi bilgiye? Neyin gerçek neyin doğru olduğunu bilemeyeceğimiz isli puslu bir ortam söz konusu.

Bu konuya devam edelim.

65. Kayıt

Üniversite yıllarımda kitapla haşır neşir olduğum için Barış Attila’nın dikkatini çekmiştim bana “aynı senin gibi kitap düşkünü bir arkadaş var üstelik o da senin gibi Trabzonlu bir gün sizi tanıştırayım” diye birinden bahsetmişti. Söylediği kişinin adını hatırlamasam da esaslı bir ismi olduğunu hatırlıyorum. Daha sonra o kitapsever arkadaşla tanışmak nasip olmadan üniversiteyi bitirdim.

Seneler sonra yine kitap tutkusu ile temayüz etmiş birini sosyal medyada görmüştüm tuhaf bir profil fotoğrafı var Türk masallarının iri yarı Arap figürlerinde nasıl “bir dudağı yerde bir dudağı gökte” diye korkutucu tasvir varsa bu arkadaşın da bir kaşı yerde diğeri gökteydi adeta. Pervasızdı; komikti ve kitaptan gerçekten anlıyordu.  Ufak tefek sohbete başladığımızda ikimizin de Erzurum’da okumak gibi bir ortak paydamız olduğu anlaşılmıştı. Sonra nasıl oldu bilmiyorum muhtemelen Barış’la yapılmış bir telefon görüşmesinden sonra o arkadaşın bana üniversitedeyken bahsetmiş olduğu kitap tutkunu olduğunu anlayabildim. Barış’ın istediği gibi tanışmıştık ama 15 senelik bir gecikmeyle. Bugün kader arkadaşım ve ahretliğim olan bu şahıs gün geçtikçe kilosundan ve şirinliğinden kaybetse de onu tanıyanların ekserisi için seçkin konumunu sürdürüyor. Şurası muhakkak ki sosyal medya olmasa büyük ihtimalle onu tanıyamayacaktım.

Sosyal medyanın bir dönem şeytani olarak görüldüğü oradan tanışmanın hafif görüldüğü çiftlere nasıl tanıştıkları sorulduğunda “internet üzerinden tanıştık” demek yerine kızarıp bozararak apar topar bahaneler uydurulduğu bir süreç yaşandı ve bu süreç büyük ölçüde sona erdi. İnternet ortamı ve sosyal medya insanların paralel düşündükleri insanlarla buluşmasının en kolay ve güvenilir yolu haline geldi.

Sosyal medyanın hayatlarımızdaki etkilerine bir örnek de annemden verebilirim. Annem Gümüşhane Torullu. Ankara DTCF’de okuduktan sonra uzun süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra emekli oldu. Babamın Orman Bölge Müdürlüğündeki 25 Ülkücü ile birlikte sürgün edilmesi sonrası devlet lojmanından çıktık ve babamın evvelden aldığı bir yer olan Çekmeköy’e taşındık. Benden bir ufak kardeşimle ben üniversite talebesiydik diğer kardeşim lisede okuyordu. Biz sadece yazları geldiğimizden bu yeni muhit çok problem olmuyordu ama okul ve askerlik sonrası biz de iyiden iyiye bu kenarda kalmış muhitten mustarip olmaya başlamıştık. Anneme gelince her ne kadar kadınlara özgü ortama uyum sağlama becerisi onda da mevcut olduğundan mahalleyle kaynaşmayı başarmıştı ama eski ortamını özlüyordu ve kendisiyle yakın eğitim düzeyinde insanlarla görüşmek istiyordu.

Günlerden bir gün ona “Mouse” kullanmayı öğrettim ve bir Facebook hesabı açtım. İlk başta mouse’u acemice kullanıyor ne yapacağını bilmiyordu. Ancak daha sonra alıştı ve TAMAMI BÜYÜK HARFLERLER YAZILMIŞ paylaşımları dışında bu sosyal medya işini bir hayli ilerletti. Memleketteki akrabalarla ve üniversitedeki arkadaşlarıyla iletişime geçti. DTCF mezunları olarak Facebook üzerinden buluşmalar yapıyorlar; muhtelif şehirlerde buluşuyorlardı. Bu buluşmalardan döndüğünde annemi yenilenmiş ve kendine güveni ziyadeleşmiş buluyordum. Bugün emoji kullanmayı da biliyor. Ve gayet keyfi yerinde gibi görünüyor.

Bu sosyal medya mevzuu daha çok su kaldırır. Başka bir mühim çıkmazsa buna devam ederiz.

64. Kayıt

Çalışma uyuma, çalışma uyuma ve yine uyuma. Uyku düzeninde en ufak bir değişiklik yok. Yazmayı planladığım yazının büyük kısmını tamamladım. Şu an bu satırları doğmuş bir günde yazıyorum saat: 06:01.

Bugün Kubilay abi ile geç kalmış bir bayramlaşmanın ardından yaklaşık 15 dakika civarında sohbet ettik. Yine ufuk açıcı değerlendirmelerde ve önemli tespitlerde bulundu. Yaşadığımız sürecin yeni bir hayat şekline evrileceğine dair fikren uyumluyuz. O daha geniş ölçekten ve planlardan söz ediyor ki bunu zaman gösterecek.

Günleri televizyonu dahi açmadan geçiriyorum.

Bugün Ethem Baran’ın birkaç hikayesini okudum gayet başarılı. Geçenlerde yazmıştım İstanbul dışında geçen roman ve hikayeler okumak istiyorum diye Baran’da bir Ankara hikayesine rasgeldim.  Hem de bildiğim mekanlardan birinde Dost Kitabevi’nde başlıyordu hikâye. Aklıma Kızılay’da kaybola kaybola yaptığım dolaşmalarım geldi. Allah’ı var ne zaman gitsem tıklım tıklımdır Dost Kitabevi. Ama Ankara’da Ayarsız dergisinden sonra en çok sevdiğim yer Liman Kafe’dir. Böylesine hoş bir yerin İstanbul’da dahi olmadığını söylemekten çekinmiyorum. Kitap tutkunları için tasarlanmış bir mekân. Hasan’la son gidişimizde de uğramıştık. Bir de bazen baskısı tükenmiş kitapları da buluyoruz ki değmeyin keyfimize.

Baran’ın kahramanı sonra Eryaman otobüsüne bindi ki bu bende bir duygu uyandırmadı. Raşit’in oturduğu yer orası mıydı acaba? Şimdi çıkartamadım.

Ankara’yı soğuk ve renksiz bulurlar. Bu tespiti yapanlar aslında Ankara’yı değerlendirmekten ziyade isim vermeseler de onu İstanbul’la kıyaslayıp düşük puan verenlerdir. İstanbul’un sadece Ankara değil dünyada kıyaslanacağı yer sayısı sınırlıdır oysa. Yine de ben İstanbul’un çarpık şehirleşmesinin şehrin güzelliklerini ciddi manada örselediğini düşünüyorum. Bir şehir bilincine, bir tarih ve kültür bilincine ulaşamadığımız açık. Bu düşüncemi en çok Tiflis’e gittiğimde anlamıştım. Geniş caddeleri ve muhafaza edilmiş tarihi dokusuyla orijinal bir şehir çıkmıştı karşımıza. Kendi memleketim Trabzon’la karşılaştırmadan edememiştim. Trabzon neredeyse bütün bir şehrin turizm simgesi Sümela Manastırı’na havale edilmiş. O kadar yüksekte olmasa muhtemelen onu da yerle yeksan etmeyi başarırdık.

Eski Trabzon fotoğraflarında dikkatimi çeken bir yapı vardı: Opera Binası. Yıkılmasından bu kadar acı duyduğum ikinci bir bina yoktur. Bu binayı ben evvelden Jan Sineması olarak biliyordum. Hakkında okuduğum metinlerden birinde denizden yapılan Rus bombardımanı sebebiyle yıkıldığı yazıyordu. Sonra hikâyenin başka versiyonlarını okudum bunların birinde 50’li yıllarda yol geçiş problemi yüzünden yıkıldığı yazıyordu. Gerçekten çok acı… Şehrin görüntüsünü değiştirecek muazzam bir binaydı. Trabzon seyahatlerimden birinde “ekreba” beni etinin lezzetiyle meşhur bir lokantaya götürmüştü. Etin lezzetine diyecek yoktu ayrıca duvarda opera binasının büyütülmüş fotoğrafı mevcuttu. Bu fotoğrafla fotoğraf çektirdiğimi hatırlıyorum. “Ekraba” binanın Trabzon’da yeniden inşa edilmesinin düşünüldüğünü söylemişti. Geçenlerde sosyal medyada bu olay tekrardan gündeme geldi, ülkenin önde gelen operacıları böyle bir şey gerçekleşirse destek olacaklarını açıkladılar. Ne güzel olur!

1900’lerin başında piyano resitali dinleyebileceğiniz, ülkenin ilk sinema şehirlerinden biri olan Trabzon’un bugün sadece Trabzonspor’la anılması ne acı… Şehrin böyle bir baskı yapabileceğini sanmıyorum. Ama bu şehre sevdalı olan herkes opera binasını talep etmeli. Bir şehir orada yaşayanlardan ziyade onu yaşayanlarındır.

63. Kayıt

63 gündür yazıyorum. Bu sayı yükseldikçe aslında ürkütücü bir hâl de almıyor değil. Artık bambaşka bir hayat yaşıyoruz. Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama ciddi manada normalleşme süreci denen şeyin neye benzeyeceği konusunda hiçbir fikrim yok. Ramazan boyunca üzerime yapışan kalıcı yorgunluk sürecini kırmaya çalıştım ama başaramadım. Oysa güne iyi başlamıştım. Gecenin bir vaktinde uykum gelmiş Köbok’la beraber sızmıştım ve hiç de fena sayılamayacak bir saatte 6:30’da uyanıvermiştim. Saat 14’e kadar gerek çalışarak gerek yeme içme bakımından hiçbir problem yaşamamıştım, işler yoluna girecekmiş gibi görünüyordu lâkin ne olduysa o anda Ethem Baran’ın kitabını keyifle okurken üzerime beni mecalsiz bırakan bir ağırlık çökmüş ve saat 18.30’a kadar uyuyuvermiştim.

Hani bilgisayarda belli bir süre işlem yapılmadığında uyku moduna geçiliyor ya. Ben de aynı onun gibiyim.

Şimdi şu satırları yazarken ufaktan yine bir ağırlık çöktü. Yeniden uyumayı deneyeyim belki bu kez bu savaşı kazanırım.

62. Kayıt

Bayramda da Ramazan’daki gibi uyku düzenimi oturtamamış olduğumdan sürekli uyanıp uyuyarak ve zaman ve mekân kavramından azade bir gün geçirdim. Mutadım üzere sevdiğim insanlarla birinci değil ikinci gün bayramlaştım. Tam bir “Bayram gelmiş neyime anam anam garibem” durumu yaşıyoruz. Ne bir dost var ne tanıdık ne de bir akraba.

Gün tatsız başladı bahçedeki kedilerden birisine araba çarpmış hayvancağız ölmüş. Annem üzüldü.

Yazacağım bir yazıdaki bir paragraf için 600 sayfalık bir kitap okuyorum. 2-3 günde 140 sayfasını okuyabilmişim.

Çok sevdiğim bir arkadaşımın kendisi hariç bütün ailesinin bu musibet hastalığa yakalandığını öğrendim. Çok zor bir durum. Allah şifalarını versin inşallah.

Mustafa Oğuz Bayat geçen seneye ait bir fotoğraf paylaştı. Gerçi fotoğrafta ben yokum hiçbir fotoğrafta yüzünü göstermeyen A.T.T bile var ben yokum ama fotoğraf geçen sene Ramazan’da Ankara’da Ayarsız ekibiyle iftar yaptığımız zamana ait bir fotoğraf. Sidre henüz Ankara’da mukim. Ve hatta evlenmiş de değil. Fotoğraftaki kişilerin hiçbiri şu anki halleriyle aynı değil. Bir sene insandan bu kadar çalar mı? Geçen seneye ait fotoğrafa 10 sene evvelki bir fotoğraf gibi bakıyoruz ne tuhaf… Bu aralık Göktürk Ömer fotoğraflarında 20 seneye kadar çıkabiliyor. Hani şiirde diyor ya “Bir dağın sırtında dağ varmış gibi”, Göktürk sırtındaki dağı indirmiş gibi şimdi. Kilolarıyla birlikte sevimliliğini de yitirmiş gibi ama olsun. Mühim olan sağlık. Canım benim.

Çeviriye bakıyorum, çok zor olacak gibi. Her cümle özen istiyor. Bakalım inşallah üstesinden geliriz.

Dizi izliyorum, kitap okuyor film izliyorum ama keyfimi bir türlü yerine getiremiyorum.

Hani diyor ya Cemal Safi “Kaybolan neşemi şarkıda cazda, Bulmayı denedim sensiz olmadı, Felekten bir gece çalıp biraz da, Gülmeyi denedim, sensiz olmadı.”

Hakikaten dostlar olmadan hayat be kadar da tatsız ve boşmuş.

Bayramdan bir gün önce PTT kargo ile siparişimi getiren kargocu annemin henüz pişmemiş böreğinin kokusunu alıp anneme börek mi yaptığını sordu ne var ki henüz pişmemişti ikram edememiştik. İnşallah bayramdan sonra yine o adam gelir de ikram ederiz diye düşünmüştük. Bakalım haftaiçi gelecek mi?

Hayat böyle bir şey işte. Doğum, hatıralar, ölüm ve unutuluş… Bakalım öldüğümüzde “hoş bir sada” bırakabilecek miyiz?

61. Kayıt

Sevgili okuyucularım bayramın ilk gününde yazı yazamadım dergi için yazmaya başladığım ama beğenmediğim için göndermediğim yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. İyi bayramlar.

İnsanlığın kolektif hafızasının en mühim metinlerinden biri olan Tevrat’ın Çıkış bölümü Hz. Musa ile Firavun’un büyük mücadelesini anlatır. Musa Tanrı’dan İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarması emrini almıştır. Ne var ki Mısır’ın ayak işlerini yapmakla mükellef bu insanların Firavun tarafından öyle kolayca bırakılmayacağı da Musa tarafından bilinmektedir. Beklediği gibi de olmuştur zira Firavun İbranilerin Mısır’dan çıkarılması yönündeki her türlü talebi kararlılıkla reddetmiş; inatçı despotun direncini kırmak için Tanrı tarafından Mısır’ın başına gökten türlü felaketler yağdırılmıştır. Nehirlerin ve göllerin kana boyanması, ilk doğan çocuğun ölmesi, salgınlar, kıtlık, kurbağa, at sineği ve çekirge istilaları…

Bugünkü salgına benzer olayların göksel bir cezalandırılma olarak algılanmasının ilhamını bu ve bunun bu metinlerden aldığı bir gerçek. Ve yine bugünküne benzer bir umarsızlığa düşüldüğünde ellerin göğe uzanıp muavenetin Tanrı’dan beklendiği de başka bir gerçek.

Bundan 100 yıl önce Avrupa’yı kasıp kavuran İspanyol nezlesinin duraklarından birisi de bu topraklardı. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın İspanyol nezlesi İstanbul’unu anlatan romanının adını Hakka Sığındık olarak seçmesi tesadüf olmamalı.

Gürpınar romana; “İstanbul’da Hoşkadem taraflarında İspanyol nezlesi, yangın gibi haneden haneye savletle [saldırıyla] aile efradından üç dört cana kıymadıkça sönmüyordu. Hastalık zuhur eden evler ile imkân derecesinde ihtilattan [yakın temastan] sakınılması hususunda etibbânın vesâyâsı [doktorların tavsiyeleri] ‘Gazetelerin ihtarâtı’ bî-tesir [uyarıları etkisiz] kalıyor. Bu nasayihin [nasihatlerin] zıddına hareketten mütevellit [doğan] elim vakalar birbirini vely [akip] ediyor, kimsede eser-i intibah [aydınlanma belirtisi] görülmüyor, cahil kafalar hep bildiğine gidiyordu.

Hangi evde maraz zuhur ederse orada düğün varmış gibi bütün komşu kadınlar hemen ziyarete, iyâdete [hasta ziyaretine], kendi tabirlerince hatır sormaya koşuyorlar ve ‘A! Dostluk bugünde belli olur’ nakaratıyla hastanın hizmetinde bulunuyorlar, bardağından içiyorlar, artığını yiyorlar, Koynuna girecek gibi yatağına sokuluyorlar.” sözleriyle başlıyor. Bu girizgâh sanki bugünleri hatırlatan vurgular içeriyorsa da bugün kabul etmeli ki yüz sene öncesine nazaran genel itibariyle çok daha dikkatli bir millet olarak salgınla mücadele etmeye çalışıyoruz. Akıllara ziyan eblehlikler yok mu? Var. Sadece kendininkini değil başkalarının canını hiçe sayan cehalet abideleri yok mu? Var. Ama yine de dünyanın “süper güç” olarak tanımlanan ülkeleriyle kıyaslandığında durum hiç de fena görünmüyor.

Gürpınar’dan 100 sene evvel de İstanbul bir salgınla yüzleşmek durumunda kalmış. Salgınlarla alakalı son derece ilgi çekici kitabın yazarı Nikiforuk’un kitabına da ad olan Mahşerin Dördüncü Atlısı; bir diğer ismi ise korkutuculuğu ve hastalık belirtilerinde vücutta kararmalara sebep olması sebebiyle Kara Ölüm. Eskilerin tabiriyle tâun[1]. Akif meşhur “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde her türlü ırktan insanın mecmu olduğu düşman ordusunu “Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk” sözleriyle tasvir etmiş ve bu eli kanlı işgalci sürüsünü tek bir ortak paydada buluşturmuştu: “Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.”

Türk milletinin ikbaline çöreklenme gayesi güden düşman ordusu için şairin teşbih ilhamı bir sonraki satırda şu cümleleri fısıldayacaktı:

“Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela…

Hani tauna da zuldür bu rezil istila…”

Akif’in düşman ordularıyla kıyasladığı taun Akif’in yaşadığı senelerde İspanyol Nezlesi kadar tesirli olmasa da dünyanın kolektif hafızasında en fazla yer etmiş salgınlardan biriydi. İşte 1812 yılı İstanbul’u taun sahnededir. Payitahtın her bir sokağından ağıtlar yükselmekte İstanbullular her gün 50-60 cenaze omuzlamaktadırlar. Ne var ki bunlar hastalığın en ölümcül günleri değildir Reşad Ekrem Koçu’nun dönemin gümrük emininin ilmühaberine dayandırdığı habere göre günlük ölüm rakamları 800-900’lere ulaşmış Ramazan ayının gelmesiyle günde 1200 ölüm gibi korkunç sayılara şahit olunmuş. Ramazan Bayramında bilanço daha da ağırlaşmış günde 3000 ölüm…

Yaşadığımız Ramazan’da da benzer bir çözülmenin olabileceğinden korkmadım değil. Çünkü Ramazan demek iftar demekti misafirin gelmesi, misafirliğe gidilmesi demekti. Korktuğumun başımıza gelmediğini itiraf ederim. Günden güne düşen sayılarla vaziyeti gayet makul bir şekilde idare ettiğimiz görülüyor.

Bu süreçte başka bir hayat tarzıyla yüzleştik. İçe dönük ve ucu açık bir süreçle. Yarını öngörmek mümkün değil, ama normal hayata dönersek normal hayatımıza ait oldukları için kıymetini bilmediğimiz her şeye dört elle sarılacağımız bir gerçek. Acı ama bir başka gerçek de ne yazık ki uzun süre yalnızca bunun gibi soyut şeylere sarılabileceğiz.

[1] Veba.

60. Kayıt

Dün Cumhuriyet gazetesinde okuduğum haberi aynen aktarıyorum:

“Dizi ve film platformlarından biri olan Netflix’in dünyanın dört bir yanında milyonlarca abonesi bulunuyor. Kullanıcılar belirli bir ücret karşılığında Netflix’in tüm imkânlarından yararlanabiliyorlar ancak bazı kullanıcılar Netflix’e ödeme yaptıkları hâlde hiçbir içerik görüntülemiyor ve platformu kullanmıyorlar.

Netflix de bu tarz kullanıcılara karşı bir uygulamayı devreye sokarak, birçok kişiyi şaşırtacak bir karara imza attı. Şirket bir sene içerisinde hiç bir içeriğe erişim sağlamamış kullanıcılara “Aboneliğinize devam etmek istiyor musunuz?” şeklinde bir soru yöneltecek. İletilen soruya herhangi bir yanıt gelmezse abonelik sona erecek. Netflix, bu hamlesiyle hizmetten yararlanmayan kullanıcıların boşuna para ödememesini sağlayacak.

WebTekno’nun haberine göre; Netflix, sektörde “zombi hesaplar” olarak nitelendirilen bu tarz hesapların sayısının, toplam kullanıcıların yüzde 1’i bile etmediğini belirtti. Şirketten konuya ilişkin yapılan açıklamada “Bir şeye kayıt olduktan sonra hizmetten yararlanmama hâlinde oluşan batış hissini biliyorsunuz. Netflix’te istediğimiz son şey, kullanmadıkları bir şey için ödeme yapan insanlar” denildi.

Şirket ayrıca hesapları kapandıktan sonra yeniden Netflix kullanmaya karar veren kullanıcılar için bir dizi kolaylık da sağlıyor. Abonelikleri iptal edilen kullanıcılar 10 ay içerisinde tekrar üye olarak Netflix’e erişim sağlarlarsa favorilerine, profillerine ve izleme tercihlerine kolayca ulaşabilecekler. Kısacası kullanıcıların hesaplarına kaldıkları yerden devam etme imkânları olacak.182 milyondan fazla kullanıcısı olan Netflix’te bu konu üzerinde çalışan Eddy Wu, “Bu yeni yolun, insanların zor kazanılan parayı idareli harcamasını sağlamasını umuyoruz” şeklinde konuşarak şirketin tasarrufa verdiği önemi ortaya koydu.”

Bu haberin ilginç yanı şirketin kendi zararına da olsa ilkeli bir tutum sergilemesi değil. En azından benim için değil. Benim için ilginç olan benim bu haberi tam da üyelik ücretini peşin ödediğim ama hastalıktan dolayı maçları izleyemediğim halde hala spor paketi parası ödediğim yayın platformu yetkilisinin benimle sözleşmeyi uzatma konuşmasında söz konusu durumu “eski maçların izlenebilmesi” avantajı üzerine açıklamasından hemen sonra okumam. Şirket yetkisi benim 2019-2020 sezonunu izlemek için ödediğim paranın aslında boşa gitmediğini dilediğim zaman 201-2105 sezonu Galatasaray- Kayserispor maçını izleyebilmem üzerinden anlatmaya çalışıyor. Bir de jest yapmışlar üyeliğimi 2 Temmuz’a kadar uzatmışlar ama bu durumda da maçlar başlarsa maçları izleyebilmem zaten parasını ödemiş olduğum bir şey için yeniden ödeme yapmam gerekecek. Ayrıca bu ödemeyi yapıp gelecek sezonun parasını ödesem dahi gelecek sezon yayıncı kuruluş maçları yayınlamamaya karar verdiğinde ben zaten ödemeyi yaptığım için muhtemelen paramı geri alamayacağım. Paramı talep ettiğimde bu kafa bana muhtemelen 2013 sezonunun unutulmaz maçlarını izleyebilmem avantajı ile yetinmemi önerecek.[1]

Bu sadece bu platformun problemi değil. Bir başka platform 3 sene boyunca Avrupa kupası maçlarını yayınlayacağını söyleyerek reklam yapıp üye toplayıp birinci sene sonunda yayın haklarını başka platforma satıp üyelerinden aynı parayı almaya devam etmişti. Mağdurlardan birisi bendim. Arayıp üyeliğimi bitirmek istediğimi söylediğimde bana taahhüdüm olduğunu söyleyerek fahiş bir fiyat çektiler. Yetkiliye “E sen de maçları yayınlayacağını taahhüt etmiştin” deyince ve bana sundukları spor paketinin içeriğinin ne olduğunu sorunca aldığım cevap dilersem takımımın hazırlık maçlarını izleyebileceğim olmuştu.[2]

Sadece bu da değil bugün internetten sipariş verdiğim pire damlası da evime ulaştı. Kargocuların bu dönemdeki performansı takdire şayan gerçekten. Canla başla çalışıyorlar.

Pire damlasını da erken bir saatte bana ulaştırdılar, sağ olsunlar. Yalnız pire damlasının bir sorunu var. Pire damlası pire damlası değil! Şimdi sitede yorum da yaptım muhtemelen özellikleri okusaydınız diyecekler. Oldu! Siz pire damlası olmayan bir şeyi pire damlası olarak satın ama suçlu biz olalım! Tüy parlatmak istesem tüy parlatıcı alırım bana pire damlası olmayan bir şey nasıl pire damlası olarak satılabilir! Bunu anlamak mümkün değil! Böyle küçük bir şey için böylesine bir ahlaksızlığa tenezzül etmek akıl alır gibi değil.[3]

Biraz önce annem geldi. Benim buzdolabımda bazı ürünleri saklıyor. Buzdolabını su basmış ama sahtekâr olmayan tamirci bulmanın zorluklarından yakınıyor. Haklı.

Son 2 sene içinde doğalgazla alakalı 5 kişi geldiyse 4’ü sahtekâr çıktı. Bir tanesinin geçen sene 750 TL fiyat çektiği şeyi 1 sene sonra 180 TL’ye yaptırdım o kadarını söyleyeyim.

Lafa gelince mangalda kül bırakmayanların icraatları ortada.  Bunları isim vermeden yazmanın bir manası yok kendi ticari şerefini düşünmeyenleri bizim saklamamızın manası yok diye düşünerek dipnotlara ekledim.

Ramazan gibi geçiremediğimiz Ramazan bitti sırada Bayram gibi geçiremeyeceğimiz Bayram var. Herkesin Bayramını kutluyorum. Sabretmeyi ve şükretmeyi öğrendiğimiz bu Ramazan’ı nefes aldığımız sürece unutmayacağız sanırım. Allah daha kötülerinden saklasın. İyi bayramlar.

[1] Platform Digiturk.

[2] Platform D-Smart.

[3] Satış Sistesi Trendyol- Satıcı Pet Mamacı.

59. Kayıt

Nikiforuk’un kitabının girişindeki temel vurgulardan birisi virüs ve mikropların insanların temas ve müdahalesiyle harekete geçtiği bir şekilde yaşanan salgınların müsebbibinin de insanlar olduğuydu. Her zaman öyle olmak zorunda değil elbette ama bu yaşadığımız salgının böylesi bir müdahale sonucu ortaya çıkmış olabileceğiyle alakalı ciddi kuşkular var. Avustralyalı bilim adamlarının “koronavirüsün ‘insanları enfekte etmek için benzersiz bir şekilde insanlar tarafından yaratıldığı’ ve acilen soruşturma başlatılması gerektiği” şeklindeki açıklamaları ilginç. Bu kadar ciddi sonuçlarla karşılaşmamızın temelinde midesiz birinin yememesi gereken bir şeyi yemesi olduğu fikrinden gün geçtikçe uzaklaşıyorum. O kişinin oradaki tek midesiz olmadığı ve bu tür abuk sabuk şeylerin ilk defa yenilmediği de bir gerçek.

Muhtemelen virüs üzerine laboratuvarda yapılan çalışmalara sırasında bir şeyler ters gitti ve salgın başladı. Komplo teorisinden uzağım zira virüsün çıktığı yer dahi virüse çok da hazırlıklıymış gibi görünmüyor.

Benzeri bir müdahale ve benzeri sonuçlara dair buraya yazmıştım. Başka bir boyutunu da ele alacağım için tekrar etmekte yarar görüyorum.

Köbok’un üzerinde gördüğüm pireleri öldürmekten bahsettiğimde annem bunun doğru bir davranış olmayacağını söyleyerek pireleri eve sıçratma riskim olduğu konusunda beni ikaz etmişti. Ben birkaç pire yakalama deneyimimin iyi geçmesi üzerine bu ikazı kulak arkası ettim. Şimdi Çin’de bir laboratuvarda kendisine “koronovirüsler üzerine çalışmanın riskli olduğu” söylenmesine rağmen önceki klinik çalışmaları başarılı geçmiş bir bilim adamı hayal edelim.

Annemin dediğini yapmayıp pire ayıklamaya çalışmam evi pirelerin basmasına sebep oldu. Büyük kısmını yok etmeyi başarsam da tek tük de olsa karşıma çıkmaya devam ediyorlar. Tamamıyla ilaçlama yapılmadan önüne geçemeyeceğim sanırım. Aşı bulunmadan salgın bitmeyecek.

Pire mücadelem bende davranış değişikliklerine sebep oldu. Durup durup yerde siyah küçük böcekler arıyorum. Ayrıca vücut hassasiyetim rahatsız edici derecede değişti. En ufak bir şeyi hissediyor hatta uykudan uyanıyorum. Koluma tüy değse anlıyorum. Bu da salgın sonrası değişecek hayat tarzımıza bir gönderme.

Ben müdahale etmeseydim bir şekilde pirelerle kedinin ortak yaşamı benim hayatıma müessir olacak bir hale gelmeyecekti. Suçlu benim ve bununla ben yüzleşiyorum. Kedi köşede uzanıyor.

Bugün Ayarsız’a bir yazı yazdım ama beğenmediğim için göndermekten vazgeçtim. Bu günlükleri de 61. yazıda bitirsem mi acaba? İyi bir fikir gibi duruyor.

58. Kayıt

Sıradan ve birbirinin tekrarı günlerden biri daha. Keyifsizlik ve zamanın manasızlığının kuşattığı kayıp bir gün daha. Evvelden evde kitap okuyamadığımda sırf kitap okuyabilmek için yolculuklar yapardım. Sözgelimi otobüse atlayıp buradan Üsküdar’a giderdim yahut Kadıköy’e. Bu yolculuklar bazen o kadar verimli olurdu ki kaşla göz arasında 50 sayfayı devirdiğim olurdu.

Hatta günlerden bir gün bir gece vakti zaten okumuş olduğum bir kitaba göz atayım derken bir anda kendimi daha evvel görsel hafızama işlenmemiş yerlerde bulmuş; anbean tenhalaşan otobüsün nerede olduğunu tespit etme çalışmalarım sonuç vermeyince şoföre nerede olduğumuzu sormuş inmem gereken durağı çoktan kaçırdığımı öğrenmiştim. Bereket versin ki şoför tekrar geri dönecekti. Ve beni eve yakın bir yerde bırakabilmişti.

Şu an verimli okumalar yapamadığım gibi bu okuma yolculuklarına da çıkamıyorum. Hem kendimi hem de başkalarını riske etmek olur bu. Geçen gün alışveriş ve annemin kartı için çıktığımda yürümekte zorlandığımı hissettiğim için otobüse binmek zorunda kaldım. Göktürk’le konuştuğumda zayıflamaktan neredeyse Hint fakirine dönen Göktürk’ün de benzer bir şekilde zorlandığını öğrendim.

İftardan sonra üzerime ağırlık çökünce uyuyuverdim. Biraz zaman geçtikten sonra babamın yüksek sesle konuştuğunu duyarak uyandım. Ses aşağı kattan beni uyandıracak kadar gürültülüydü. Birisiyle kavga mı ediyor diyerek kulak kabarttığımda telefonda birine hükümeti eleştiren bir şeyler söylediğini idrak ettim.

Kendime gelip telefonu elime aldığımda bize hem de hiç beklenmedik sosyal medya platformlarından sürekli video ya da bağlantı gönderen babamın bir diğer marifetine şahit oldum. Bir görüşme grubu açmıştı. Aşağıdan eskisi kadar hararetli olmasa da konuşma sesi hala gelmekteydi. “Bu neymiş acaba?” diyerek bağlantıya tıkladığımda kendi suretimi 4 parçalı erkanın üst köşesinde içinde babamın da olduğu bir konuşmanın içinde buldum.

Bu neyin nesiydi demeye kalmadan karenin benim altıma tekabül eden kısmında uzanarak konuşan bir adam “Habu uşak kim idi tanıyamadım” dedi. Sonra hemen karşı karedeki sözü aldı “Beni tanıdın mı?” dedi. Biraz ikircikli bir şekilde “Hürdoğan amca sen misin?” dedim. Evet oydu bilmiştim. İstanbul’a ilk taşındığımızda tanıdığımız Hürdoğan amca. Bize Beşiktaş maçlarının özetlerini izletir Beşiktaş’ı tutmamızı sağlamaya çalışırdı. Ben Trabzonspor’dan asla vazgeçmemiştim ama küçük kardeşimin kafası çelinmiş gibiydi. Hatta bir keresinde babam masada “Bu Beşiktaş işi tat kaçırmaya başladı çocuksun diye bir şey demedik uzatma bu işi falan demişti.” Yanlış hatırlamıyorsam Buğra üniversiteye kadar Beşiktaş’ı tutmaya devam etmişti.

Varlığım bu ekibin huzurunu kaçırmışa benziyordu müsaade istesem ayıp olacak gibiydi; iki arada bir derede kalmıştım. Bu arada babam kitaplarımın çokluğundan şikâyet ederek “evi başımıza yıkılacak kitaplar yüzünden” dedi. Ama burada şikâyet örtüsü altında bir hoşnutluk da yok değildi. Ardından Hürdoğan amca konuşmayı bitirdi. Beklediğimden kısa sürdüğü için şanslıydım. Sonrasında annem arayarak beni aşağıya çağırdı. Babam kurduğu konuşma odasından çıkamıyormuş. Telefonunu elime aldım bir savaş tutsağını kurtarırmışçasına kırmızı düğmeye bastım ve onu azat ettim. Görüşme odasından kurtulmuştu.

World Socialist Website’da makaleleri okumaya devam ediyorum. Amerika ile Çin arasında sular uzun süre durulmayacakmış gibi görünüyor. Okuduğum makalede Ortadoğu’da en yüksek vaka sayısının 150 bin ile Türkiye olduğu ifade ediliyor. Ama kayıp sayısında İran’ın önde olduğu görülüyor. Ramazan bitiyor ardından bayram gelecek. Ne olursa olsun bu sene ömrümüz boyunca unutamayacağımız bir yıl olacak.

57. Kayıt

Birkaç gündür yazı yazma planları ve çeviri çalışmasının edisyonu ile ilgili çalışmak istiyorum. Ama bir türlü çalışamıyorum. Ramazan’ın son günleri tadımın iyiden iyiye kaçtığı bir gerçek. Hiçbir şeyden keyif almıyorum. Office dizisindeki komik sahneler dışında. Onlara da normalde güleceğimden fazla gülüyorum. Hayatın tuhaf bir dengesi var sanki.

Bugün çarşıdan ufak tefek işlerimi hallettim. Annemin kartını yatırdım. Kediler için pire ilacının veterinerler tarafından satıldığını öğrendim.

Ramazan öncesinde en azından yemek sofralarında bir araya geldiğim ailemle de görüşmelerimiz seyrekleştiğinden yalnızlaşmış da olabilirim. Bilmiyorum ama keyfimin kaçık olduğu bir gerçek.

Hayat büyük bir keyif ve heyecanla aldığımız ama alır almaz da pişman ama taksitlerini de ödemek zorunda olduğumuz bir şeye döndü artık. Taksit ödermiş gibi gün tüketiyoruz.

İnsanı meçhul kadar yoran ikinci bir durum yoktur. Üniversitede okurken son sınıfta başıma bela olan bir ders vardı. O zamanlar o dersi verme stresinden gözüme uyku girmiyordu; şu an ismini bile hatırlamıyorum ne tuhaf!

Dersin bütünleme sınavı sonrası -ki bu benim 6. seneme ait bir hatıradır- üniversite tarihinde ilk kez sınav sonuçlarının internete verilmesi uygulaması başlamıştı. Ben de sınavdan sonra Trabzon’a giderek stres atmaya çalışıyordum. Ara ara da internet kafeye giderek sisteme bakıp sınav sonucunu öğrenmeye çalışıyordum. Ne zaman bilgisayarı açsam bir heyecan duygusu da benliğimi sarsmaya başlıyor kalp atışlarım sıklaşıp ter damlacıkları alnımdan yüzüme doğru akmaya başlıyordu. Sayfanın belki yoğunluk sebebiyle belki de o dönem internet hizmetlerinin ağır aksak çalışması sebebiyle yavaş açılması bu ıstıraplı süreci uzatıyor güç bela açılan sayfada yazan “Açıklanmadı” ibaresi bu işkence dakikalarının tekrar yaşanacağını gösteriyordu. Bu süreç birkaç kez tekrarlanınca içimden “Kaldığım açıklansa daha iyi,” dediğimi hatırlıyorum. Kötü ihtimal meçhulden daha iyi bir ihtimal haline gelivermişti. Gerçekten de kaldığım açıklandığında bu stresli bir tek ders sınavı süreci manasına gelse de üstümden ağır bir yük kalktığını hatırlıyorum.

Evinde Trabzonlu arkadaşım Arif de benim gibi tek derse kalmıştı ve telefonda “Ne yalan söyleyeyim kalmana sevindim reis bu stres tek başına çekilmez,” demişti. Gerçekten de o dönem absürt Amerikan filmlerindeki gibi birimizden diğerine geçen bir şeytan mevcuttu.

Sözgelimi ben bir duygu yoğunluğu anı yaşayıp “Bu iş olmayacak,” desem Arif “Reis gönlünü ferah tut ilk dönem bu herifin dersini nasıl verdiysek yine vereceğiz,” diyor aynı Arif’i yarım saat sonra makarna tenceresini karıştırırken gördüğümde gözlerinin buğulu olmasına ve sigarayı normalden daha derin çekmesine istinaden bir şeye canının sıkıldığını anlıyor ve sorduğumda biraz önce beni teselli eden Arif’in şu cümlesiyle karşılaşıyordum:

“Reis bu adam bizi geçirmeyecek!”

İşte şimdi aynı o dönemdeki gibi meçhul duygusunun yüklediği karamsarlığı yaşıyorum. Arkadaşlar gerçekten ne yaşadığımıza dair kimse hiçbir bok bilmiyor. Anlı şanlı Amerika da dahil. Hastalık kendiliğinden sönerse ne ala. Muhtemelen bu olduğunda da bize büyük bir organizasyon başarısı gibi satmaya çalışacaklar. Kardeşimi neredeyse 4 aydır görmüyorum. En yakın arkadaşlarımı aylardır görmüyorum.

En ufak bir umut parçasını gözümden sakınarak besleyip büyütmeye hazırım. Ama onu dahi görmüyorum.

Siz bana bakmayın sayın okuyucu, gerçekten de her karanlığın ardından aydınlık gelmesi adettir. Problem benim şu an o tarafa bakamıyor olmam. Yarın belki istikametimizi buluruz kim bilir?

56. Kayıt

56. gün. Bugün Kadir Gecesi olduğuna dair bir inanç var. Tabii bu kesin değil elbette. Son birkaç gündür Ramazan’ın tatlı kutsiliğini de yitirdim. Ramazan Ramazan olduğunu hissettirmeden uçtu gitti. Oysa her sene Ramazan günlerimiz meşakkatli de geçse, kendine has güzellikleri olurdu. İftar sofralarında ezanı beklemenin ayrı bir keyfi olur, akabinde üst üste içtiğimiz çaylar eşliğinde muhabbeti koyulaştırırdık. Geçen sene Ramazan’da Ayarsız’daki dostlarımızla buluşmak için günübirlik Ankara’ya bile gitmiştim. Ankara’yı ve Ankara’dakileri çok özledim. Kaderin cilvesine bakın ki hastalık riski bize İstanbul’dakileri bile özleyeceğimiz engeller inşa etti. Ahlaksız, kel ve şişman olanlar bile değişti bu süreçte. Ahlaksızlık alenilikten hafiliğe, şişmanlık hayret edilesi bir zayıflığa dönüşüverdi. Bereket versin ki maziyi hatırlatan kellik yerinde duruyor.

İlber Hoca Kâzım Karabekir için “realist bir asker” demiş “Enverci değilmiş.” Karabekir’in 1919-1922 yılı arasındaki 3 yılı Gazi’ye kendisinin Enverci olmadığını ispat etmeye çalışmakla geçti yahu! El insaf! Tabii Enver Paşa’yı savunacak kimse olmadığından bol keseden sallasın Hoca? Programı sunanlar “Hocam madem bu kadar realist bir adam Mustafa Kemal Paşa için söylediklerine de inanalım mı?” diye sormuyor nasıl olsa.

Bugünkü vefat sayısı 28. Önceki günlere nazaran bir hayli düşük görünüyor. İnşallah bir şekilde ipler elimizden kaçmaz. Bugün bu işleri ciddiyetle takip eden bir arkadaşımdan ilginç bir mesaj aldım tam olarak şöyleydi:

“Branşın insani olmasa da Serdar Ali Çelikler’in Covid-19’a dair görüşlerini izledim.

‘İngiltere vizyoner ülke diyor, en bastan suru bağışıklığını destekledi, herkes şimdi oraya geliyor’ dedi. Katılıyorum. ‘Maalesef hiçbir zaman ilaç veya aşı bulunamayacak, ne kadar fazla insan bu virüsü kaparsa öyle normalleşecek hayat’ diyor.

World Socialis Website’den baktığımda karşıma şöyle bir haber çıktı:

“ABD dış politika kurumunun önde gelen dergisi Foreign Affairs, 12 Mayıs’ta, ABD ve dünya nüfusunun geniş kesimlerinin COVID-19’a yakalanacağını öne süren bir makale yayımladı. Makalenin başlığı şöyle: “İsveç’in Koronavirüs Stratejisi Yakında Dünyanın Stratejisi Olacak: Sürü Bağışıklığı Tek Gerçekçi Seçenektir—Sorun, Güvenli Bir Şekilde Oraya Nasıl Ulaşılacağıdır.”[1]

Hemen altında Sürü Bağışıklığının kısa bir tanımına da yer verilmiş:

“‘Sürü bağışıklığı’ savunucularının başlıca argümanı, yeterince insan, nüfusun belki yüzde 50’si ile yüzde 70’i arası COVID-19’a yakalanınca, bulaşma oranlarının doğal olarak düşeceğidir.

Sonuç olarak, sürü bağışıklığı savunucuları, pandeminin yayılmasını kontrol altına almak için test, temas takibi ve hastalığa yakalananların izole edilmesi ile okulların ve işyerlerinin kapatılması gibi çabaların, hastalığın olabildiğince çabuk yayılmasına olanak sağlayacak şekilde terk edilmesi gerektiğini iddia ediyorlar.”

Daha önceden bu yöntemi gündemine alan İngiltere’nin yapılan ikazlar sonucu Sürü Bağışıklığı politikasından vazgeçtiği söylenmişti, zira milyonlarca insanın ölebileceği dile getirilmekteydi. Sürü Bağışıklığı teorisinin tam da bu günlerde tekrar gündeme gelmesi çok ilginç.

Makale bu devamla Sürü Bağışıklığı teorisinin geçerliliğini sorgulayarak pendeminin hâlâ felaketli sonuçlar doğurabileceğini şu şekilde dile getiriyor:

“Bu haftaki iki gelişme, bu sahte bilimsel teorinin yanlış ve tehlikeli olduğunu gözler önüne serdi. Dr. Anthony Fauci, Salı günü Kongre önünde yaptığı açıklamada, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) geçtiğimiz ay yaptığı uyarıları destekleyecek şekilde, COVID-19’a yakalanmanın uzun vadede bağışıklığa yol açtığına ilişkin hiçbir somut kanıt olmadığını açıkça ortaya koydu.

Dahası, bütün dünyada ülkeler, COVID-19 antikorları için kendi nüfusları arasında yapılan geniş ölçekli testlerin sonuçlarını bildirmeye başladılar. Bu testler, genel olarak, salgından en kötü etkilenen yerlerde bile, nüfusun ancak küçük bir kısmının hastalığa yakalanmış olduğunu gösteriyor.

Bu hafta yayımlanan bir çalışmaya göre, İspanya nüfusunun sadece yüzde 5’inde COVID-19 antikorları bulunuyor. İspanya dünyadaki büyük nüfuslu ülkeler arasında en yüksek COVID-19 vaka sayısına sahip olmasına rağmen durum bu.

Hastalığa yakalanıp iyileşme bağışıklığı garanti ediyor olsa bile ki bu net değil, İspanya nüfusunun yüzde 5’i için olduğu varsayılan bağışıklık 27.459 yaşama mal olmuştur. Bu, vakalarda bir azalma görmek için gereken yüzde 50’lik enfeksiyon oranının, 250 bin insanın kurban edilmesini gerektireceği anlamına gelir.

Aynı sayılar 330 milyon nüfuslu ABD’ye uyarlandığında, varsayımsal bir “sürü bağışıklığı”, yaklaşık 2 milyon insanın feda edilmesini gerektirecektir.

WHO sözcüsü Mike Ryan’ın bu hafta “sürü bağışıklığı” politikası hakkındaki soruya tiksintiyle yanıt vermesinin nedeni budur.

İrlandalı bu tecrübeli epidemiyoloji uzmanı, “İnsanlar sürü değildir,” demiş ve bu terimin yalnızca, “bir hayvanın bu kararların acımasız ekonomisi açısından önemsiz olduğu” hayvancılık alanı için uygun olduğunu söylemişti.

Ryan, bu terimin kullanımı “insanları, hayatları ve acıyı bu denklemin merkezine koymayan çok acımasız bir aritmetiğe yol açabilir,” diyor ve şöyle devam ediyordu:

“Bu, belki de gevşek önlemler almış veya hiçbir şey yapmamış olan ülkelerin büyülü bir şekilde aniden sürü bağışıklığına ulaşacağı ve bu esnada ‘birkaç yaşlı insanı kaybetsek ne olur ki’ düşüncesidir. Bu, gerçekten tehlikeli bir hesaptır.”

Yazının devamında adını koymasa da sürü bağışıklığına yakın gevşek bir model olan İsveç’in sayılarına değiniliyor. Buna göre “İsveç’te ölüm oranı bir milyonda 361 iken, bu oran Danimarka’da milyonda 93, Norveç’te milyonda 43, Finlandiya’da milyonda 53 ve İzlanda’da milyonda 29’dur” şeklinde bir bilgi veriliyor.

Makaledeki vurucu cümlelerden birisi ise şuydu:

“Gerçekte ise WHO, kapanma önlemlerinin sağlık sistemlerinin çökmesini engellemeyi amaçlayan yalnızca geçici bir önlem olduğunu ve bu önlemlerin, pandemiyi durdurmak üzere sağlık altyapısını büyük ölçüde genişletmek amacıyla gereken zamanı sağlamak için kullanılması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.”

Görüldüğü kadarıyla Amerika’daki yüksek ölüm sayıları ve salgının çıkış yeri olan Çin’in uyguladığı katı yöntemlerle ölüm sayılarını düşük tutması ülkemizde uygulanan tedbirlerin de yerinde olduğunu gösteriyor.

Yazıda adeta bir kıyamet senaryosunu andıran bir kara kehanet de mevcut:

“’Sürü bağışıklığı’ politikasını resmen benimsemiş olsun ya da olmasın, Kuzey Amerika’da ya da Avrupa’da hiçbir ülke, halkın geniş kesimlerinin COVID-19’a yakalanmasını önleyecek bir plana sahip değildir. ABD’deki ve Avrupa’daki geçici kapanma süreci, test, karantina ve temas takibi için gereken altyapıyı inşa etmek amacıyla kullanılmamıştır.

Bunun yerine devletler ve ülkeler, enfeksiyon oranlarına, testlerine ya da tıbbi kapasitelerine bakmaksızın geri açılıyorlar. Bu ise, Fauci ile Bright’ın uyardığı üzere, yakın gelecekte veya bir sonraki grip mevsiminde hastalığın büyük çapta canlanmasını neredeyse garanti ediyor.”

[1] https://www.wsws.org/tr/articles/2020/05/19/pers-m19.html

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz