Vefat ettiği haberini, arkadaşlarla birlikte oturduğumuz gazinonun televizyonundan geçen alt yazıdan okuduğumda omuzlarımın çökmüş olduğunu ancak kendime geldiğimde fark edebilmiştim. Gözlerime inanamamış, televizyonun dibine kadar yaklaşmış ve defalarca, “Barış Manço öldü” yazısının ekranın altında kayan bantta dönüp durmasını beklemiş, seyretmiştim. İstanbul/Samandıra’da, kısa dönem çavuş olarak askerlik hizmetimi yapmaktaydım. San’at camiasında; gıpta ettiğim, örnek aldığım, hani bugünün tabiri ile idolüm olan biricik kişinin ölüm haberini bir askerî gazinoda almıştım.
Millî duruşumuzu kaybetmeden, anlamsız ve zamansız yoz geleneksellikten kaçan, yüzü moderniteye dönük ama geldiği yeri hiç unutmayan, mayasıyla dost ve barışık, istikbâli ile ise hemdert ve hemhâl olmuş bir jenerasyonumuz vardı, daha ilk yetişip gelirken. Hem Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in adıyla müsemma muhteşem dansını yapardık, hem Lâtin tangosunu severdik. Kazaska’da tırnağa kalkmayı, Harmandalı’nda toprağa diz vurmayı neredeyse yürümeden önce öğrendik. Âşık Veysel de bizimdi, Bach da… Şeker Ahmet Paşa ile Picasso’nun resimlerindeki fark, bizim için sâdece sanatsal nüanslarındaydı. Bizi biz yapan değerlerin sonuna kadar sahibi ve onları başımıza taç edenlerdendik. Ama dünyaya küsmeden, ama dünyanın tüm çiçeklerinden bal özü toplamaktan kendimizi mahrum etmeden…
Bu, açık ve kendine güvenli duruşumuzun âdeta bir sembolüydü Barış Manço. Her şeyiyle Türk’tü, ama her şeyiyle de dünyalı… Dudaklarından aşağı sallanan bıyıkları, kıyafetleri, şarkı sözleri ve duruşundan dolayı birileri onu faşistlikle, milliyetçilikle, ırkçılıkla suçladılar. Birileri de kadim Türk kültürünün üzerine inşa ettiği modern yaklaşım, Batılı hayat tarzı ve bunun sanatsal yansımaları nedeniyle tukaka ilân etti onu. Tam burada ilginç bir anekdot aktarmak isterim: Moğollar grubu ile birlikte çıktıkları bir Anadolu turnesinde, Kütahya’da, bu bizim Barış Ağabey’e, uzun saçları yüzünden tehditler gelmiş ve hatta turne otobüslerine dinamitle saldırı düzenlenmişti. Ah şu yoz ve yobaz cehalet ah… Ama o, tıpkı, yıllarca TRT’de yayınlanan ve küçüklü-büyüklü geniş kesimlerin müdavimi olduğu programı “7’den 77’ye”de olduğu gibi, bu milletin gönül dergâhında, sarsılmaz tahtını çoktan inşa etmişti bile.
1943 yılında İstanbul’da doğduğunu pek çoğumuz bilir belki ama Türkiye’de “Barış” ismi verilen ilk bebek, yani adı “Barış” olan ilk Türk insanı olduğunu pek bilmeyiz muhtemelen. Ve oğlunun bir gazete röportajında verdiği bilgiye göre tam adı “Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço”dur… Kendi evlatlârına ise “Doğukan Hazar” ve “Batıkan Zorbey” gibi iki muhteşem ad koymuştur. İlginç adamdır Barış Ağabey vesselâm.
Kardesim yüreğine ve kalemine sağlık…
Çok teşekkür ederim Bülentciğim…