3. Kayıt
Bugün daha önceden alınmış ve tehiri mümkün olmayan doktor randevusu için evden çıktım. Binanın cümle kapısından adımımı attığım sırada havanın, dışarısının yani, direneceği hissiyle ürperdim. Bir duvar kadar katı olması değildi beklediğim; yoğun, belki jel kıvamında… İlk adımlarımla birlikte o ürpertiyi de geride, içeride bıraktım. İnsan sonradan fobi sahibi olur bilirim, ilerleyen yaşlarımda beliren yükseklik korkusu gibi mesela… Fizyolojik sebepleri olabilir bunun, bilmiyorum, çok da umursamıyorum. Ama yeni bir düzen içerisinde dışarıyla yeniden ilişki kuracak zamanlara erişirsek, bugünlerin tortusunda şekillenmiş bir agorafobiyi kaderin kötü bir şakası olarak nitelendirip kabul etmeyeceğimi peşinen söyleyeyim. “Kabul etmesen ne olacak?” diye sorma Sevgili Günlük, bir yankısı olmasa da hayatta, itiraza mündemiçtir özgürlük…
Havanın güzelliğinden, caddelere sinmiş bir bayram sakinliğinden belki de, içimdeki boşluğu mayalanarak dolduran endişe azaldı. Fakat eve geldiğimde beni bekleyen bir bayram sevinci yoktu. Ev neresi Sevgili Günlük? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Filhakika o, kaçış kapıları arayan insan değil, eve dönen adamdır,” dediği Yahya Kemal’in evi neresiydi? Bir tasavvur muydu yoksa tecessüm etmiş miydi? Bir ev vardıysa ne ara kaybettik onu…
Belki de “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!” çağrısındaki gibi İsmet Özel’in, bütün kalbimizle döndüğümüzde yoksa bile var kılacağız evimizi.
2. Kayıt
Kentli insanın bir evi yok. Malikanesi, sarayı, konağı, rezidansı/apartman dairesi var ama bir evi yok; hepsi barınak. Dünya’nın evimiz olduğu bir zaman dilimi vardı, halen yeryüzü pek çok insana ev sahipliği yapıyor ama anladım ki Sevgili Günlük, benim bir evim yok. Ev; yani hayatını idame ettirdiğin ve ait olduğun yer. Başımın üstünde bir çatı var tabii fakat kendimi hapsettiğim şu günlerde onu sadece barınmak için kullandığımı anladım. Dışarıda yaşıyormuşum, dışarının her şeyine muhtaçmışım.
İnsanın sosyal varlık olmasıyla alakası yok hissettiklerimin; kentli insanın Dünya’dan kopuşuyla alakalı. Mesela bir baobab ağacının gelip Ankara’nın göbeğini kendisine mesken tuttuğu yoktur, insan marifetiyle sürgün edilmemişse, evinde mutludur. Habitatında kök salıp yaşar ve orada ölür. Balık taşıyan kamyonların peşine takılıp, ekmek davasına yani, Ankara Hali’ne kadar gelen denizle işleri kalmamış martılar bilirim; simit, poğaça, arada tavuk döner ile hayatlarını idame ettirdiklerinden olsa gerek. Belki başka bir kamyonun peşine takılıp geri gidiyorlardır denize ya da bozkıra bilmiyorum ama garip kaldıklarına eminim. Yine talan edilmiş Atatürk Orman Çiftliği arazisinde hayata tutunmaya çalışan bir papağan klanı var. Hep birlikte dolaşıyorlar, kim bilir hangi petshoptan kaçtılar ama işte nadirler: Hemen göze batıyorlar, oraya ait olmadıklarını herkes biliyor. Kentli insan öyle mi? Sanki yüksek binaların gölgesinde halk edilmişler. Kentin gecekondusunda yaşayanlar ya da mavi yakalılar için bile böyle bu. En fazla tavuk besliyorlar, hobi olarak. Kentli insan, birbirinden uzak ama birlikte yaşamaya mahkûm edilmiş zümrenin özel adı. Besin zincirinin birinde aksilik oldu mu hepimiz birlikte aç kalırız. Ev dediğimiz yerde hayatımızı idame ettirmeye yarayacak hiçbir şey yok, hepsi dışarıdan. Olur da kriz derinleşir, tedarik zincirinde büyük aksamalar yaşanırsa, tek güvencem hâlen kaldığına inandığım sosyal dayanışma ruhu. İtiraf edeyim, bir de, az da olsa yaptığım stoklar… Tabii ki kahvaltılık ve makarna ağırlıklı.
Sevgili Günlük, dışarıya kalın halatlarla bağlanmış şekilde evimdeyim. Dışarda ise yüz binler benim evimde karantina altında hayatımı idame ettirmem için çalışıyor. Ama zaman geçtikçe tedarik zinciri insan denen, evinin neresi olduğu sorusuna cevap arayan canlıdan kırılacak ve ben evimin başımın üstündeki bir damdan ibaret olduğunu keskin bir sızı hisseder gibi anlayacağım. Şimdilik öngörü yazdıklarım, bir tecrübe değil.
Dışarı demişken Sevgili Günlük, gardırobumdaki kıyafetlerin tamamı dışarısı içinmiş. İlk günlerinde karantinamın, sabah normal vakitte kalkıp üstümü değiştiriyordum, şimdilerde bu fuzuli uğraştan vazgeçtim. Hem gereksiz bir çamaşır yükü, hem de evde oturmak için yeterince rahat değil kıyafetlerim. İki eşofman altı, iki şort ve renkleri solmuş birkaç basit tişörtten ibaretmiş evin içinde kullandığım kıyafetler. Ev içi de demeyeyim aslında, yatmak için kullandığım kıyafetler. Çizgili bir pijama takımım yokmuş mesela. Gömlekler, kazaklar, ceketler, pantolonlar, dolapta dışarıya çıkacağım güne hazır şekilde bekliyorlar ama şimdi, ev hayatım için gereksiz şeylermiş Sevgili Günlük. Düşünsene: jilet gibi ütülenmiş bir pantolonu iyi marka bir gömlekle kombinleyip sabahtan akşama kadar bir köşeden öbür köşeye uzanarak pineklemek hiç mantıklı değil.
Dışarısıyla varmışım Sevgili Günlük, sevmediğim trafiğiyle, kalabalıkla, her gün ayaklarımı sürüyerek gittiğim ofisle varmışım. Dışarısı olmadığında ben de yokum. Evim yok ondan benim Sevgili Günlük, bir barınağım var ama evim yok.
1. Kayıt
“İnsanlarla arandaki mesafeyi koru” düsturumun tıbbi gerekçelerle küresel bir zorunluluk haline gelmesinden hiç hoşlanmadım Sevgili Günlük, bu fikre erişene kadar zihnimin kesikleri arasında pek çok tecrübe biriktirmiş, pek çok kitabın gizli/açık anlattıklarından kendimce fikirler çıkartmıştım. Şimdi benim hakikatlerime uzaktan kafa selamı dahi vermemiş herkes sosyal mesafeyi tutturma derdinde. İnsanların pek çoğu ne şanslı; zihni, psikolojik ya da fiziki hiçbir uğraş vermedikleri hakikatleri kolayca benimseyerek hayatlarına devam edebiliyorlar. Küçük bir azınlığın büyük zahmetlere katlanarak hatta hayatı pahasına elde ettiği hakikatlerin üstüne oturup keyif çatan, zengin olan, siyaset yapan büyük insanlık; borcunu ödeyeceğin gün geldi: Evinde kal ve kendi dünyanın ne kadar çorak olduğunu keşfet!
15 gün oldu sokakla bağlantımı keseli ve henüz canım sıkılmadı. Evde bazı şeylerin azaldığı doğru ama bu süreçte ihtiyaç listemin de hayli kalabalık/gereksiz olduğunu keşfettim Sevgili Günlük. Mesela üçlü, beşli tıraş bıçaklarına artık ihtiyacım yok! Uzayan sakallarımı makasla gelişi güzel kısaltıyorum. İlk denemem hayli acemiceydi; imara açılmış orman arazisine döndü yüzüm. Ya yağmalayacaktım tamamen ya da öylece bırakarak kendine gelmesini bekleyecektim. Nitekim yavaş yavaş gedikleri kapanıyor tıpkı Yunusların Venedik kanallarına geri dönmesi gibi…
Dünya kendisini tamir ediyor diyorlar. Beyhude bir uğraş ama o kadar da doğal… Biz kendi doğalımızı bilmiyoruz Sevgili Günlük. Ağaç, çiçek, böcek ne yapacağını biliyor. Yılmadan kendini yeniliyor. Ama biz bilmiyoruz. Tabiatı yağmalamak doğal davranış kodumuz olabilir ama parklarda meyve ağacı bile yok: Çamlar, gösterişli ithal ağaçlar… Evlerimizde yaşayamıyoruz. Ev dediğimiz şey kentlilerin yaşaması için asgari şartları barındırmıyor. Ekmek yapmayı bilmiyorum mesela Sevgili Günlük, en büyük sorun. İnternetten yapmayı öğrensem bile unu yok evde. Yalnız yaşayan bir adamın una neden ihtiyacı olsun ki… Kendi kendine yetemiyor kentli insan, başkasına muhtaç. Şimdilik kuryeler istediğimi getiriyor. Ama yarın…
Kentli güvercinler de benim gibi hissediyor ihtimal şu anda, her gün yanında yöresinde bulunarak hayatlarını idame ettirdikleri parklarda kendilerine yem atacak kimse yok. Yürüyerek, evet bizim buranın güvercinleri yürüyor Sevgili Günlük aldırış etmeden kalabalığa, arabalara yürüyorlar, karınlarını doyuruyorlardı insan selinin arasında. Çokça iki kanat çırpıp bir başka yere konuyor kaldıkları yerden devam ediyorlardı yürüyüşlerine. Şimdi onlar da aç kalmışlar mıdır? Yoksa hatırlamışlar mıdır eskiden nasıl beslendiklerini? Kaç gün sürmüştür bu bekleyiş? Yok, bir yolunu bulmuşlardır değil mi Sevgili Günlük, 15 günde kimse kökten değiştirmez tüketim alışkanlıklarını: Baksana çöplerimize, hâlâ dışarıdaki canlıları besleyecek ganimetlerle dolu.