Zamanı kalabalıktan bilirdi Yeter. Ne zaman ki tuvalet tenhalaşmaya başlarsa, akşam oluyor demekti. Günışığı girmeyen pasajın dibindeki kulübesinde, çok da ihtiyacı olmazdı vakti bilmesine. Zaman da Yeter’in hayatındaki hemen her şey gibi olsa da olur olmasa da nev’inden bir mefhumdu.
Hacı Bayram Veli Camii’nin yanındaki şu pasaja yirmi yıl önce sığınmıştı. Buz gibi bir Ankara gününde her şeyini kaybetmiş bir kadın olarak gelmişti. Esnaftan bir iki kişi önayak olmuş, tuvaletin önündeki bu kulübeyi ona vermişlerdi: “Hem burayı temizlersin, hem de üç beş kuruş harçlık çıkar.” demişlerdi.
Reddedecek durumu yoktu Yeter’in. Aslına bakılırsa hiçbir şeyi yoktu. Karacaoğlan’ın yüreğinden dökülüp, Neşat Ertaş’ın sazında hayat bulan o türküdeki gibi ‘yoksuzluk’tu onunki. Yok, yokluğunu fark edemeyecek kadar yoktu. Yok olmasına yoktu da, Yeter’i yıkan bu yokluk değildi…
Yeter’in bizzat kendisi yoktu. Doğduğundan itibaren varlığı günbegün erimiş, hayatına her dokunan iştahla birer parça alıp gitmişti. Dört kız kardeşinin ardına doğduğu için babası evi terk etmiş, anası da bu uğursuzluğun müsebbibini Yeter bellemiş, onu yok saymıştı.
Yazının Devamı Ayarsız Dergisinde
Aylık fikir, kültür, sanat ve edebiyat dergisi Hâlet-i ruhiyemiz: Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.