Anlatayım da sen karar ver hayır mıdır, şer mi? Bir tecrübenin kelâma dökülmüş hâli de diyebilirsin, mütehayyelât da.
Gecenin sabaha vardığı bir vakitte kendimin idrakine vardım, sanki buzu çözülmüştü bedenimin, yastığım ter içindeydi, hiçbir uzvumu hareket ettirmiyordum ilkin. Yavaş yavaş vücudumun da idrakine varıp yeniden onu kontrol etmeye başladım. Kozamın içine mi dönmüştüm yoksa pupaya mı dönüşmüştüm bilemedim. Dönen bilincim miydi, yoksa ruhum muydu bilemedim. “Ya Allah” diyerek ivedilikle sıçradım kurganında mahsur kalmış bir cesedin mahşer gününde emr-i ilâhîyi işittiğindeki korku ve heyecanla… Biraz başım döndü, yatağın ucuna dermansız sığındım. Gayri insiyaki olarak dilimde aynı kelâm bir müddet öylece oturdum; insanız nihayetinde, zor zamanda sığınacak neyimiz var ki?
“Hafif öIüm”den mi yoksa gördüklerimin tesiriyle mi bulanıklaştığını bilmediğim bilincim bir nice zaman sonra kendine geldiğinde, içimin çölleştiğinin, boğazımın acıdığının farkına vardım. Belli ki canhıraş seslenişimi ben dahi işitmezken bir işiten olmuş da kendi çığlığımda boğulmaktan kurtulmuşum. Sekr hâlinden sıyrılıp mâsivâya geri döndüğümde hatırımda kalanlardır işte sana anlatacaklarım, “hayrolsun!” diyerek başlayalım söze:
Berrak bir günde gökyüzüne doğru kaçan bir kırmızı balon gördüm ilkin. Kalabalık bir caddede yürüyordum. Kırmızı balonun gökyüzüne doğru yükselişini seyrederken fark ettim ki balon yükseldikçe kimsecikler kalmıyordu etrafımda. Gözlerimi kamaştıran güneşten kaçırıp başımı yere indirdiğimde bir mahşerî kalabalığın sahilinde buldum kendimi. Kuşluk vaktinde diye bildim ve o vakitte bile gölgesi bir karışı geçmeyen bir adam nutuk irat ediyor, sesi dalgalar hâlinde insanlara değiyor, onları hipnotize ederek tesiri altına alıyordu. En azından ben öyle bildim. Kelimeler gelip beni de buldu; kurtulur mu yalımın elinden kuru dal parçası… Bana vurduğunda yalazı, tenim acıdı. Baktım kimsede bir feryad yok, herkes neşvesine tutulmuş bu tuhaf âyinin vecd ile dalgalanıyor, ben de kalabalığın titreşimini yakalayayım da kurtulayım bu azaptan diyerek gayret ettim, lâkin onlarla hemhâl olamadım. Bir başağın rüzgâra direnmesi nasıl direnmekse öyle direniyordum, tenim her bir dalgada daha acıyordu, ama teslim de olamıyordum. Bir zaman sonra ayakta duramayacak kadar yorgun düştüm. Bu şok dalgasından korunmak için önce kuytu bir yer bakındım, sonra kendime siper edecek bir şeyler aradım, bulamayınca çâresizce “kalabalıktan âlâ hafâgâh mı var?” diyerek kendime sığınacak bir yer için kalabalığa hamle ettim. Fakat ilkin genzi yakan çürümüş bir kokunun direnciyle karşılaştım, sonra kalabalığın huruşa gelip ganimete saldırır gibi heybelerine söz doldurma kavgasına giriştiğini görüp korkuyla kendimi yüksek bir tepeye attım. Sözün hiç bitmediği, bıçağın hiç kemiğe dayanmadığı, sözcüklerle zaferlerin kazanıldığı, sözcüklerle yaraların dağlandığı, ama sözün hiç kıymetinin olmadığı bir beldeye düştüğümü anladım. İnsanlar birbirlerine heybelerindeki sözcüklerle saldırıyor, ortalık kulakları sağır edecek bir büyük gürültü ile sarsılırken kimse kimsenin ne dediğine kulak asmıyordu.