“O zaman aydınlık öyle bir yoğunluğa kavuşacaktır ki, nice köstebeğin gözleri kamaşacak!” Attila İLHAN
Sükûtunda bile bir şeyler gizlerken nasıl konuşsaydı ki? Konuşmak onun için sâdece sözcüklerin bir araya gelmesinden ibaret bir eylem idi. Bunun dışında hiçbir anlam ifâde etmiyordu. Sigarasından bir nefes çekip çayını yudumlarken pencereden dışarıya baktı ve “Biz, bu sigara dumanı gibi tefekkür ettik. Bize böyle öğrettiler. O yüzden düşünce dünyamız belli bir süre göründü ve yok oldu.” Şimdi hatırlamıyoruz bu kaçıncı buluşmamızdı. Almatı, Türkistan, Kentav, Çimkent ve daha nice şehirler, köyler. Her yer bizimdi nasıl olsa. Bu sefer çadırımızı Çimkent şehrine kurmuştuk. Geçici süreliğine tuttuğumuz evde sabahın ilk ışıklarına kadar muhabbetlerimiz devam ediyordu. Demli çay kokulu muhabbetler, tartışmalar; geçmişten bugüne, bugünden geleceğe yaralı bilinçlerimizdeki izlerin takibi idi. O meşhur tabirle “ak lekeli tarihin” “derin mevzularında” bir şeyleri bulma maksadıyla fikirleri çarpıştırıyorduk.
Attila İlhan’dan bahsetti ve onun Sultan Galiyev üstüne yazdıklarından ve ekledi: “Attila İlhan Türklerin damarlarına zerk edilen tarihin sâdece giriş sözüdür.” Sultan Galiyev’in tefekkür dünyasının Türkistan bozkırlarına düşen gölgesinin birilerini nasıl ürküttüğü ve bunun neticesinde Türkistan’da “dip dalgaları”nın nasıl “tarihin ak lekesi” olarak arşivlerin tozlu raflarına gömüldüğünü düşününce Türk halklarının tarihinde bazı sırların kendini nasıl ele verdiğini anlamak zor değil. Ve birden sözü Cemil Meriç’e getirdi.