Çevresindeki herkes aynı gerçeği tekrarlıyordu: “Boşuna yoruyorsun, yıpratıyorsun kendini.” Annesi, Zeynep, Havva ve diğerleri… Ağzına kadar iktidarsız aydınlığın ağrısıyla doluydu; zihinsel orgazm var ama maalesef ilkah yok. Söz dalaşları, kalem kavgaları: Hepsi haz ile mahdut, Selim ise hamileliklere hasret. “Kalem kılıçtan keskin olsa ne yazar, kısırlık denen kın içinde çürüyüp gittikten sonra.”
Öğlene doğru ilk iki dersi biter bitmez evin yolunu tuttu; akşam yedi çeyrekte son bir dersi daha vardı ama o derse dek okulda beklemek istemiyordu. Kampüsten ana caddeye doğru yürürken sınıf temsilcisini arayıp dersi ertelemeyi düşündü; zaten -yoklama almadığı ve havalar gitgide güzelleştiği için olsa gerek- derslerine teşrif eden öğrenci sayısı azdı; taş çatlasın on on beş kişi, onların da ha varlığı ha yokluğu. Karanlığa karışmışlar, kıyâmetleri yakın. “Son Selim benim. Benden sonra başka Selim gelmeyecek.” Hiçbiri havariliğe hevesli değil; hazretin öğretilerine sadâkatleri sıfır. Ezici çoğunluktaki iç ses: “Bitse de gitsek.” Erteleme kararını birkaç aklî dayanakla daha süsledikten sonra müjdeli haberi temsilciye bir mesaj atarak verdi: “Akif merhaba, akşamki dersimiz iptal, sınıfa iletirsin.” Evde yalnız oturmak, kendiyle baş başa kalmak istemiyordu; hazır dış dünyayla iletişime geçmişken, kaygılarından biraz olsun kaçıp kurtulmak, sinirini sıkıntısını unutmak için Çağatay’ı yokladı ama geri çevrildi. Söz konusu Sanem’se Selim ertelenebilirdi. Terasta tek tabanca takılacağı kesinleşince, en azından eve varış vaktini geciktirmeye karar verdi. Evvelâ berberine uğradı: Saçlar beş numara, sakallar kirli. Radyoda İbrahim Erkal, estetik yitimi: “Dünyayı verseler bana / Hayatta değişmem sana / Doya doya kana kana / İt gibi aşığım sana / Bu onur da yeter bana.” Ardından Şamanlar Et Lokantası’nda afili ev yemeği faslı.