O gün bir vitrinde çocukluğumu gördüm. Öylesine durmuş vitrini izliyordum. Bir sigara yaktım, lapa lapa yağan kardan kendimi korumak için paltomun yakalarını kaldırıp omuzlarımı dikleştirdim, o kadar. Başka hiçbir şey yapmaya niyetim yoktu. Yalnızca biraz izleyecek, belki bir sigara daha içecek ve evime gidecektim. O kız, birden kapıda belirdi. Harikulâde güzeldi. Beyaz teni üzerine dökülen fönlü saçlarının kıvrımlarına takıldı ilkin gözüm. “Denemek ister misin” dediğinde kırmızı rujlarını fark ettim. Vakit akşam olmak üzere idi. Hızla oradan ayrılıp Montmartre’e doğru yola koyuldum. Yolda sürekli vitrinde gördüğüm oyuncak tabancayı düşünüyordum. Tıpkı gerçeğe benzeyen demir bir tabancaydı. Çocukken de vitrinde böyle bir tabanca görmüştüm. Durup uzun uzun izlemiş, o tabancayı kısa pantolonumun beline taktığımı ve annemi bütün kötülüklerden koruduğumu hayâl etmiştim. Koşa koşa eve, “Anne o oyuncağı bana al” demeye gitmiştim. Oysa annem ölmüş! Tabancayı unutmuştum, ta ki o gün vitrinde yeniden görene kadar. O akşam Montmartre’den Paris’i izledim doyasıya. Kar sanki annemin mezarının üzerine yağıyordu ve düşen her kar tanesinde mezar büyüyüp Paris oluyordu. Her şey büyüdü, ben küçücük kaldım. Annesinin mezarına sıkışıp kalmış bir cenin gibi!
Ertesi gün akşamüzeri yeniden oyuncak dükkânının önünde buluverdim kendimi. Hava çok soğuktu. Vitrinden tabancayı izlerken o kız yine dükkânın kapısını açtı. Bu sefer oyuncağı deneme teklifinin yerine biraz daha mâkul bir teklifte bulundu, o an kim olsa sıcak bir kahve teklifini geri çevirmezdi. Ben de çevirmedim. Zaten bütün gün akşama kadar karlara bata çıka yorulmuş ve soğuktan donmuştum. Moskova’dan geri çekilirken yok olan orduyu toparlamakla uğraşmıştım ama ne çâre, büyük kayıplar verdik. Bir tarafta direnişçiler, bir tarafta…