“Anlayamıyorum. İnanmıyorum da sana. Söylediklerin hiç mantıklı gelmiyor. Daha önce duyduklarımdan epey farklı.”
“Burada anlaşılmayacak bir şey yok. Şâhitlerim var, yazılı delîllerim bile var. Söylediğim her şeyi birebir, matematiksel olarak ortaya koyamam ama kafası birazcık çalışan herkes ne demek istediğimi anlar. Hadi ama, çok zor değil! Senden sâdece aradaki boşlukları doldurmanı ve doğru sonuca -bak, bu illâ benim sonucumla aynı olmak zorunda da değil- kendi aklınla ulaşmanı istiyorum.”
“Senin ve benim şu ân karşılıklı oturabilmemizi, konuşabilmemizi, birazdan ayrılıp farklı yollara gidecek olmamızı; şu kuşları, çiçekleri, denizlerin kıyılarına vurmuş ve vuracak bütün dalgaları; kahvehâneleri, kerhâneleri, apartman dâirelerini, savaş meydanlarını, sokakları, atları, eskimiş ahşap konakları, saray odalarını, câriyeleri, ırmakları, tekneleri, gemileri; iyi adamları, kötü adamları, iffetli kadınları ve fâhişeleri; arabaları, at arabalarını; abaküsleri ve bilgisayarları, kablolu, ankesörlü ve modern telefonları, uçmak için kendine kanat takan deli dâhilerle eğitimli pilotları; gerçek ve muhayyel tanrıları, hikmetçileri ve filozofları, milyonlarca sayfa doldurup önemli bir kısmı bugüne kalmış kitaplarla milyonlarca kulak doldurup önemli bir kısmı bugüne kalmamış anlatıları, doğru ve yanlış hesaplanmış takvimleri, ay ve güneş saatlerini, devrik, sâbık hükümdârlarla dünyâ fâtihlerini, soylularla köylüleri var eden şey, nasıl olur da senin o her sabah ve her akşam bir yabancı gibi bizim sokağımızdan, kırk yılın başında ancak bir Kırtipil’e veyâ Hastalıklı Adam’a selâm vererek, fakat genellikle başını eğerek ve hiç kimseyi umursamayarak geçen ihtiyar, kesik kollu deden olabilir?”
“Sana onun hikâyesini hiç anlatmadım, değil mi? Başından neler geçti, neden sizin mahallenize girdiğinde içini dolduran kadîm nefretle başını önüne eğer ve sinirli sinirli, kimseyi görmek istemeden yürür; haberin yok.”
“Hayır, anlatmadın. İşin aslı, ben de şu âna kadar, onunla yalnızca senin deden olduğu için, satıhla kalan bir merakla ilgilendim. Yüzünü târif et desen, herhâlde ömrümün sonuna kadar düşünür, yine de tek bir kelime dahi söyleyemeden ölür giderim.”
“Öyle bakma, elbette şaşırmadım. Aksi olsa şaşardım zâten. Sende hiçbir şeyin altını oymayan, hiçbir tamı bozmaya yeltenmeyen, her şeyin dışına şöyle, uzaktan tanıyacak kadar bakmana neden olan bir merak var. O kadar ki, geldiğim yerde buna merak da, ilgi de demezler.”
“Belki öyle, belki haklısın ama her hâl ü kârda benim senden daha huzurlu olduğumu da inkâr edemezsin. Haydi sana bir soru sorayım: Çocukluğunda kaç oyuncak kırdın?”