Ağustos ayıydı… Akşamın hafif esintisi tatlı bir şekilde kendisini hissettiriyordu. Köydeki evin avlusunda rahmetli hacı dedem ile hasbıhâl eyliyorduk. Öyle ya hasbî bir hâl var iken kim ilmî hâl ile uğraşırdı.
Odun ateşinde demini iyice almış çayları doldururken dedem ile muhabbetin hitamına yaklaştığını hissettim. Beyazların siyaha mutlak hâkimiyet sağlayan sakallarını sıvazladı. Alnındaki kırışıklıklarda, ayasındaki nasırlarında nice hâtıralar saklıyordu kim bilir? Zaman imbiğinden süzülüp gelen tecrübî kelâmın döküleceğine şüphe yoktu. Nihayet sadrından dile dökülenlere pür dikkat kesilmiştim:
“Torun… Bu hayat dediğin şey kimine çok uzun kimine çok kısa gelse de yalnızca bir ömürdür. Öyle değil mi? Kelebek de olsan insan da olsan yalnızca bir ömür yaşayacaksın. Dünyayı var bir yol belle. Yolun üstüne asla ev kurma. Çadırın olsun muhakkak. Ne diyor Yunus? ‘Ana rahminden geldik pazara / Bir kefen aldık, döndük mezara.’ Biz bugün varız yarın yoğuz. Yarın bir gün olmayacağım. Bu sözümü iyi belle! Ne kadar çok canın yansa da, yorulsan da yolda yürümeye devam et. Biz yörüğüz. Sonra şu iki şeyi unutma: Bu toprağın üstü olduğu gibi bir de altı var. Aklından bir an olsun çıkarma. Elinde, avucunda ne olursa da paylaşmaktan korkma. Unutma; yediğini tuvalete götürürsün, yedirdiğini ahrete…”