Kırmızı sancaklı ordu, uzaklarda bir tren katarı gibi kıvrılarak kaybolurken ay, Hayber tepelerinin arasından göründü. İyice yükselip, vadilerin içine kadar girdiği vakit, birbirinden uzakta düşmüş bedenleri de aydınlattı. Analarından doğdukları gibi yatıyorlardı; çırılçıplak ve mâsum…
Birazdan, bezekli göğün gümüş ışıkları altında kanı çekilip beyaza kesmiş bedenlerinden sıyrılan, o ”çelikten ve ateşten” ruhlar bir bir yükselecekti. İşte yükseliyorlardı bile!
İzzet, önündeki manzaranın dehşetiyle önce “Öldüm mü?” deyip yokladı kendisini. Sonra “Delirdim mi?” diye… Burada savaşan o değildi sanki! Yağmur gibi yağan mermilerin içinde, bir tepeden diğerine koşup durmuştu gün boyu ve şimdi hiçbir şey hatırlayamıyordu. Zaten bunun zamanı da değildi.
Nişancı Onbaşısı Kadıköylü İzzet, bir elinde Eşref Bey’in potini, diğer koluyla kendini sürüyerek, son nefesini henüz vermemiş birkaç arkadaşının dudaklarına su yetiştirmeye çırpınıyordu şimdi. Vadinin içinden duydukları inlemelerin çâresizliği içinde bulabildikleri tek şey, kumandanın ayağındaki İngiliz potini olmuştu. Her nasılsa yağmadan kurtulmuş bir tulumdan döktüğü suyla, ayakkabının içindeki silme kanı çalkalayıp, alabildiği kadar doldurmuştu.
Vadide derin bir sessizlik hâkimdi. Uzaktan “Ya Eşraf!” nidalarıyla komutanını arayan Bedevîlerin cılız seslerini de duymasaydı, donmuş bir zamanın içinde hapsolduğunu bile düşünebilirdi İzzet. Ses çıkartmamaya özen göstererek, bulunduğu tepeyi dolaştı. Su içirebileceği kimse kalmamıştı artık. Bu defa, yarısı akıp gitmiş suyu, komutanına yetiştirmek için son gücünü kullanarak geriye döndü. Belinden aşağısı kan içerisindeki Eşref Bey baygındı. Yanına oturdu. Yorgunluk, yaralarının acısını bile bastırıyordu. Çölün alevden kumları arasında, azalmak bilmeyen Bedevî sürüsüyle bir an bile durmaksızın savaşmışlardı. Tam on bir saat sürmüştü! Şimdi tatlı bir uykunun kollarına bırakır gibi kendini ölmek, ah ne güzel olurdu kimbilir! Fakat komutanını beklemek zorundaydı.
Yerdeki diken demetine takıldı gözü. Komutanı, toplattığı bu dikenleri, bacağının altındaki pıhtılaşmış kan gölüne batırıp, bir kâğıda birkaç satır karalamış, sabahı bekleyip Fahri Paşa’ya götürmesini söyledikten sonra kendinden geçmişti. Dikenlere uzanıp avuçladı. İçi geçtikçe yumruğunu sıkıp, yaralarına sürmeye, ızdıraptan inleyerek beklemeye başladı.