4.Kayıt
“O şenliklerden heyhat kim kaldı?”
“Karantina”, “Virüs”, “Salgın” kelimelerinin hayatımıza mebzul miktarda sirayet ettiği şu kaotik günlerde en çok dostlarımızla, sevdiklerimizle bir araya geldiğimiz muhabbet şenliklerini özledik. Bunu düşününce içime Attila İlhan’ın yukarıdaki mısrası ve mısranın ait olduğu güzel şiir çörekleniveriyor. Bereket versin ki o şenlikleri tazeleme imkanını yakalayınca, artık eşofman giymekten tenime yabancı gelen pantolonumu ve gömleğimi çekip trenle Kadıköy’den Maltepe’ye tekerlendim. Kendimi muhabbet şenliğimizin başatlarından Göktürk Ömer Çakır’ın kâşanesine attım.
Bir kâşane geleneği olarak ilk sohbetlerin eda ettiği mutfak masasına oturup, ilginç ve “camia-şümul” bir hadiseye dair hararetli muhabbet döndükten sonra tellendirdiğimiz dumanlarla beraber biz de rahat bir nefes bulduk. Fakat yine de bizi şu kısacık anekdota dahi muhtaç bırakan “kıstırılmışlık” sebebiyle, şiir içimde yankılanmaya devam etti:
“Öfkeli kaşları salkım saçak
kumral bıyıkları mahzun
hani felaket tütün içerler”
Kalabalık masalarda durmadan dolup boşalan çay ve kahvelerin şıngırtısı, üst üste ateşlenen çakmakların sesi, kâh kahkaha kâh hararetli konuşmalarla yükselen sesler şimdi uzak zamanların nağmeleri gibi:
“laternalar sustu
sürahiler tenha
tek kibrit çakılmıyor”
Yine de bu süreçte teknolojik imkânlar sayesinde görüntülü konuşmalarla muhabbet şenliklerini bir nebze sürdürebiliyoruz. Bir nebze, çünkü memleketin farklı köşelerindeki adamları bir ufacık ekrana sığdırsa da daracık bir ahşap çatı katında rûberû yapılan muhabbet kadar büyütmüyor dünyayı. Çatı katı dünyanın köşelerinde kendi yazılarımıza dalmışız. Ama sık sık patlayıveren şenlikli muhabbetlerin arasına “Lili Marleen Türküsü”, “Mandalorian” nağmeleri karışıp özlediğimiz günleri nazlı beyaz neşeyle yad ettiriyor:
“kadehlerde rakı
nazlı beyaz
vaniköy korusunun `teşrinler’deki sisi
gramofonda incesaz
meyhane musikisi”
Oğuzhan Murat Öztürk’ün “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” misali saç tıraşıyla, ekranda tıpkı palmiye ağacı gibi endam ediveren kafası herhalde bu süreçteki en büyük neşe kaynağımız. İnsanların küçücük bir tıkırtıya dahi öfke tuğyanlarıyla taarruz ettiği şu stresli günlerde, kendisi de neşe kaynağımız olmaktan en az bizim kadar zevk alıyor. Herhalde bu da samimi bir dostluk tezahürü olarak bugünlerin kaydına düşecek:
“kim kaldı ittihat ve terakki’den”
Hikmet Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı müthiş eserinin yeni baskısı yapılmış. Eski baskısından hayranlıkla okumuştum. Doktor’un bu opus magnumunun hak ettiği kıymeti görmemesine dair serzenişler, Kemal Tahir’in romanlarındaki “İttihatçılık”, “Anadolu irfanı” ve sair meselelere dair derin tespitleri, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr’ındaki kuşların yolculuğu, Atsız’ın Abdülbaki Gölpınarlı’nın “tercihlerine” dair yaptığı bir vurgunun mavrası, Attila İlhan ile Kemal Tahir’in Nazım Hikmet meselesi üzerinden ilginç tanışmaları, Metin Eloğlu’nun başta “Ayşemayşe” olmak üzere tuhaf fakat güzel şiirleri, Martin Eden’in benim otobiyografim gibi olduğunu iddia etmem, büyük Osmanlı alimi Taşköprülüzade hakkında yapılan “mânâlı” muhabbet derken özlediğimiz şenlikli muhabbette geniş geniş nefes buluyoruz. Fikirler, meseleler yelkenimizi bütün ummanlara açıyor:
“avcı ceketi
körüklu çizme
astragan kalpak
bazen `ittihatçı’
hafif `iştirakiyun’ “
Çatı katının dünyası ummanlara gark olurken benim içimde yalnız pırıltılı suların yaptığı bir yolculuk var. Yanık ve ihtiyarın bayırın şayak kalpaklısı gibi, kabaran suları içimde akan yatağından taşırmamaya çabalıyorum. Üstüm başım sırılsıklam, kulaç atmaktan kollarım yorgun fakat, “yaralarım ağır ama mestim zaferden.” Zira saat 5.30. Pırıltılı sular manzarasını bulmuş, tan vaktinin süt mavisi rengiyle içimde dingin akıyor. Bir ıslık ve kadem basan nağmeler eşliğinde sularımla beraber uykuya akıyorum:
“ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır ney”
Bu dar ve “kıstırılmış” zamanlarda ne büyük bir lüks yaşadığımızı herhalde sabah uyanınca daha iyi idrak etmişizdir. Mutfak masasında bir demlik çayın dibini görene kadar şuradan buradan şenlikli muhabbetler edip, Göktürk Abi’nin benim gibi bir kahve tiryakisine “Sen kahve yapmayı biliyor musun lan?” diye sormasını kınadıktan sonra, ailesinin medeniyet seviyesine parmaklarımı ısırarak şahit oldum. Öyle bir seviye ki “muasır medeniyetler” bunun yanında ancak “kurun-u vusta” kalır. Kıstırılmış zamandan yontarak çıkardığımız imkânı doyasıya yaşadıktan sonra bu kez evime doğru tekerlendim. Zaten o gün dönmeseydim, aynı günün akşamı gelen sokağa çıkma yasağından sonra mecburen 2 gün orada kalacaktım. Dostlar, şenlik-menlik iyi hoş fakat Göktürk Ömer Çakır’la 2 gün aynı evde kalacak kadar da izzet-i nefsimi yitirmedim.
Hava güzeldi. Tam bir bahar esintisi dolaşıyordu dışarıda. Fakat hüzünlü bir ıssızlık vardı. İnsanlar tadını çıkaramadığı için mahzun, Kadıköy atıl kalmış bir mesken gibi hazindi. Rıhtıma inip biraz manzaraya daldım. Haydarpaşa Garı, yanındaki deniz feneri, boş gidip dönen vapurlar, karşıda İstanbul’un sureti olan Ayasofya, Sultanahmet ve Topkapı silüetleri… Evliya Çelebi’nin “İçinde bin adam bir anda ölse yine omuz omuzu sökmez, böyle bir gulgule-i Rum’dur” dediği şehr-i şehir bahar içinde hazanı yaşıyordu. “Kim kaldı?” Yalnız sahil kenarındaki dolma betonda havalanıp konan güvercinler… Ve onların arasından geçerken, içimde o şiirin yankıları:
“silah atılmıyor
güvercin şakırtısıdır
şafakta yaldızlanan
şadırvanda su
ıhlamurlarda ezan
görkemli bir namaz uğultusu
heyhat
hamzabey cami-i şerif’inden kim kaldı?”
Kaleminize sağlık. İnşaAllah fethin gerçek manasına ulaşabilen insanlar olmak ve Fatih’in İstanbulu fethettiği yaşta nice fetihlere imza atan nesiller yetiştirmek duasıyla.Okuduğumuz güzel İstanbul ve fetih yazılarının yüreğe dokunanlarındandı.