6. Kayıt
“Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle”
Şehir, insanın ruhuna ahenk verdiği mesabede manasını bulur. Bunun dışında barınılıp maişet temin edilen meskun mahalden başka bir şey değildir. Biricik “Âsitâne-i Aliyye”miz, “Gulgule-i Rum”umuz İstanbul da benim için tıpkı kızgın toprağından, Toros yaylalarından, ırmağından, denizinden sütünü emdiğim Çukurova gibi ruhumda ahenkle bir mana bulmuştur. Malum kısıtlamalardan ötürü bir süredir iç içeyken ayrı kalıyor oluşumuz, tıpkı Hayâli’nin meşhur mısrasındaki gibi “Ol mâhiler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler” tesiri yaratıyor. Yine de sabır karardan boşanıp, imkânlar dahilinde ruhumuzun manasını tenezzüh ediyoruz. İstanbul tıpkı cumbanın penceresinde durup yalnız gözlerini eda ettiren yarı peçeli bir cilve-i nisa gibi bugünlerde. Fakat her zerresini göremesek de biz gibi aşık-ı sadıklar için ‘cüzz’ünü görebilmek ‘küll’üne dair umutlarımızı diri tutuyor.
İskeleden kalkan vapur Haydarpaşa önündeki fenerli dalgakıranı geçip Haliç’e doğru seyrüsefer ederken, insan bu şehr-i şehirin bir süre önceki halini düşünüp, “Bu şehir o eski İstanbul mudur? Karanlıkta bulutlar parçalanıyor” mısralarını mırıldanmıyor değil. Fakat boğazın ortasına varınca cilve-i nisa cumbanın penceresinde temayüz etmeye başlıyor. Bir yanda Topkapısı, Ayasofyası, Süleymaniyesi ile yeditepenin silüeti, bir yanda Beyoğlu’nun göğsünde yükselen Galata, bir yanda sıra sıra dizilmiş saraylarıyla tıpkı incilerle müzeyyen bir gerdanı andıran Beşiktaş boyları, bir yanda avucunda Kız Kulesi’ni uzatıp seyre arz eder gibi munis ve müsekkin bakan Üsküdar… İşte yine kolları arasına râm oluyoruz efsunkâr şehrin. Boğazın tuzlu ve yosunlu kokusunda soluğunu duyuyoruz. Sirkeci-Galata arasındaki tenezzühümüz kısıtlamalardan ötürü kısa sayılsa da salgındaki gidişatın müspet yönde seyretmesi güzel günlerin yakında olduğunu hissettiriyor.
Eminönü İskelesi’ne iner inmez, sahil boyunu dolduran Suriyelilerin ve Çingenelerin arasından doğruca Sirkeci’ye kıvrılınır. Meşhur Bâbıâli yokuşunu çıkarken Valilik binası karşınıza çıkıverir. Her görüldüğünde akla meşhur Bâbıâli Baskını gelir ve yokuşun son haddinde tıknefes olmuşken dahi dimağda bir şiir yankılanmadan geçilmez:
“Ve Damad-ı Hazret-i Şehriyarî Enver Paşa
Ve Bâbıâli baskınında bindiği at
Ve paldır küldür fedâileriyle
Ve ilâahirin
Ve ilâ…”
Cağaloğlu, eskilerin tabiriyle “Mecânin-i Kütûb” modern deyimle “Bibliyofil”ler için cennetten bir vaha gibidir. Parmaklar sayfa karıştırmaktan aşınana, üste başa kitap kokusu bulaşana, kurcalayıp okumaktan gözler kızarana, en kötüsü de çığrından çıkmışçasına kitap alana kadar bütün yayınevleri gezilir. Mazinin “Atmeydanı” olan şimdiki Sultanahmet Meydanı’na çıkılır. Atmeydanı en eski İstanbulludur. Bizans’ın Nika İsyanları’ndan Osmanlı’nın türlü nümayişleri, hadiseleri ve hatta şenaatlerine kadar birçok cümbüşe tanık hatta ev sahibi olmuştur. Nice nice asiler ve bagiler burada bastırılmış, Evliya Çelebi’nin sözüyle “Katran tulumu gibi Arapçıklar dal satır doğranıp parçalanmış, halk bunların et yağlarını şifadır diye kapıp götürmüştür.” Şimdiki salgının daha beteri olan veba salgını devirlerinde buradan günde yüzlerce salgın kurbanının tabutu kalkmış, İkinci Mahmud Yeniçerileri burada topa tutturup o efsanevî ocağı tarihe gömmüştür. Bunları düşünürken Refik Halid’in “İstanbul’un belli başlı meydanlarının niçin romanı yazılmaz?” serzenişi hatıra gelir ve Türkçenin bu gayretkeş edibine hak verilerek Divanyolu’ndan yukarı vurulur. Divanyolu, İstanbul’un tarih koridoru gibidir. Caddenin iki tarafında mermer bezemeli padişah türbeleri, külliyeler, medreseler yükselir. Osmanlı devrinde ulufe törenleri ve geçit resimleri bu caddede olurmuş. Tramvayların sesleri arasında bu tarih koridorunda yürürken, iki yandan yükselen abidelerin verdiği ruhanî ve esrarlı hava içinde sanki geçit resmindeymiş gibi yürünüp Beyazıt’a varılır. Buradan sonra isterse onlarca tespihçi dükkanının tespih taneleri gibi dizildiği yokuştan aşağı salınılır, isterse İstanbul Üniversitesi’nin şehrin sureti gibi yükselen kapısının önündeki Beyazıt Meydanı’na sapılır. Neticede iki yol da Yahya Kemal’in dinsize bile bayram namazı kılma iştiyakı verecek şiirine konu olan Süleymaniye Camii’ne çıkacaktır.
Süleymaniye Camii’nin her zaman hesap, kitap ve mühendislikle değil “ruh” ile inşa edildiğini savunmuşumdur. Avlusundan içeri girince tuhaf bir büyü ile benliğimizi saran manevi hava, bu iddiamın pratikte de karşılığı olduğunu ispat ediyor. Caminin kendi ihtişamından başka çeşmelerinden yalanan mahzun kedilerine, altında yatan ölülerin mağrurluğunu taşır gibi dimdik duran eski mezar taşlarına, Sultan Süleyman’ın heybetli türbesine, taç gibi yükselen kubbeye bakınca bir yerlerden “Kubbelerde uğuldar Baki, çeşmelerden akar Sinan / An gelir, lailaheillalah Kanuni Süleyman ölür” mısralarını duyarsınız ama kimin fısıldadığını göremezsiniz. Sıra sıra kubbelerin üzerinden Galata manzarası yükselir, göz göze bakışırsınız. Tam ortada ise Haliç bir evliya gibi uyur. Tanpınar’a Beş Şehir kitabındaki “İstanbul’a gelen her şey Müslümanlaşır” sözü muhakkak burada ilham olmuş olmalıdır.
Tekrar Divanyolu’ndan aşağı gerisin geri dönerken, kim bilir kaç yüz yaşındaki başı gökle bir ağaçlarla dolu Gülhane’ye sapılır. Mutlaka Nazım Hikmet’in “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda” şiiri çağrışır. Nazım Hikmet’ten imtina edenler Cem Karaca şarkısı babında söyler, ama mutlaka söyler. Reşid Paşa o meşhur hatt-ı hümayunu vükelâya, vüzerâya, süferâya, ulemâya ve reayâya burada okumuştur. Müslüm Gürses 80 ve 90’lardaki yüz bin kişilik efsanevi konserlerini burada vermiştir. Ferdi Tayfur, Türkiye’de hala kırılamayan konser seyirci rekorunu burada kırmıştır. 88 yılında, iki yüz bin “biletli” seyircinin izlediği konser burada olmuştur. Parkın Sarayburnu Kapısı’ndan çıkıldığında sizi sahilin ucundaki büyük Atatürk heykeli karşılar. Sahile inilip Haydarpaşa, Boğaziçi Köprüsü, Galata, Tophane ve Beşiktaş ile bütünleşen panaromik İstanbul manzarasında seyr ü sefa edilir. Tarihin ilk insanlı roketinin mucidi Lagari Hasan Çelebi, barut macunuyla çalışan beş kollu roketini sırtına bağlayıp burada temaşa eylemiş ve 275 metre yükseldikten sonra yine burada denize çakılmıştır. Gerçi Osmanlı devrinde sarayda boğdurulan yüzlerce kişinin çuvala konulup buradan denize atıldığını düşününce kim bilir daha neler neler gömülmüştür önümüzdeki suya diye düşünmeden edemezsiniz. Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanındaki “Boğazın Suları Çekildiği Zaman” bölümü, boğazın altında kim bilir nasıl dünyalar olduğunu etkileyici bir tasavvurla anlatır. Evliya Çelebi ise tam burada denizin dibine gömülmüş yedi deniz tılsımı olduğunu söyler. Mübalağa ustası seyyahımızın dediğine göre denizlerde kaza bela olmaması için bunların yeniden çıkarılması lazımmış. Şimdilik o kadarına gücümüz yetmez. Ama Evliyamıza inanmadan geçemeyeceğimiz için hiç değilse o deniz tılsımlarına ta’zimde bulunulup tekrardan iskelelere doğru yol alınır.
İstanbul’un tatlı yorgunluğuyla Galata Köprüsü aheste kademlerle geçilirken, insan kendini bir Kemal Tahir sözüyle “Ulan iyi, ulan aferin” diye takdir eder. Gözlerimiz köprü korkuluklarının üzerinden “Ya nasip” diyerek Haliç’in sularına inen yüzlerce oltaya, oltaların ucunda çırpınan envai çeşit balığa dalar. Çekilen balıklar kovalara atılırken, çırpınıp duran bu derya kuzularının kokusu ciğerimizi boğazın soluğuyla doldurur. Kafasında Osmanlı İstanbuluna dair bir roman hazırlığı taşıyanlar ise “Valide Sultan’ın yaptırdığı bu köprü müydü yoksa Azapkapı’dan Unkapanı’na uzayan ahşap köprü mü?” sorusuyla yeterince meşgul olacaktır.
Son kısıtlı İstanbul tenezzühünde, bu şehr-i şehirin hasret kaldığım seyranından gönlümce nasiplenemedim. Fakat Galata Köprüsü’nde yürürken bir an arkamı dönüp yeditepeye baktım. Süleymaniye’nin minareleri birer mızrak gibi yükselmiş, o efsunlu cami İstanbul’un manevi bekçisi gibi tüm haşmetiyle bakıyordu. Güzel bir gündü. Hava parlıyordu. Denizin sokak çocukları martılar kanat çırparak Haliç’i acı ninniyle uyutuyordu. Süleymaniye ile göz göze geldik. Güzel günlerin yakın olduğuna dair içimde büyüyen ümitvâr sesi ona fısıldadım:
“Boşuna çekilmedi bunca acılar
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle”
Kaleminize sağlık. İnşaAllah fethin gerçek manasına ulaşabilen insanlar olmak ve Fatih’in İstanbulu fethettiği yaşta nice fetihlere imza atan nesiller yetiştirmek duasıyla.Okuduğumuz güzel İstanbul ve fetih yazılarının yüreğe dokunanlarındandı.