Nûr-i aynım,
Çeşm-i giryânım,
Attila İlhan o meşhur şiirinde “Gözlerin gözlerime değince / felâketim olurdu ağlardım” diyordu. Ne zaman bu şiiri okusam, gözlerin nasıl olup da felâkete sebep olabileceğini düşünmüş, “felâket” kelimesinin üzerine şairâne bir ustalıkla bindirilen muhtemel yan anlamlar üzerine uzun uzun kafa yormuşumdur. Şimdi sorayım sana: Gönlün bir nehir gibi kuruması mıdır felâket, yoksa baraj kapakları açılmışçasına gümbür gümbür çağlaması mıdır? Firkat ateşiyle yanıp kavrulmak mıdır felâket, yoksa buz kesmiş bir kalple insanın içinin titremesi midir? Bunlar kadar -ve belki daha da- önemlisi, neden felâket dediğimiz şey gözün göze değmesiyle meydana gelmektedir?
Bu mektupta, sana, konuyla ilgili serâzâd düşüncelerimin beni hangi ıssız kıyılara sürüklediğini, “denizden yeni çıkmış ağların kokusunda” zihnimin beni nerelere alıp götürdüğünü anlatmak istiyorum.
Biliyorsun, göz genel olarak edebiyatımızda, özelde ise dîvan şiirimizde yaygın olarak kullanılan, en çok bilinen mazmunlardan birisidir. Birçok eserde doğrudan “göz” kelimesine başvurulduğu gibi, kimi zaman dîde, ayn, çeşm gibi kelimeler ve bu kelimelerden türeyen terkipler de ön plana çıkmıştır. “Nihansın dîdeden” ve “Bakmıyor çeşm-i siyah feryâde” şarkılarını, “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım” türküsünü, Şeyh Gâlib’in o meşhur ve olağanüstü güzellikteki “Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen” mısraını, tasavvuftaki “ayn’el yakin” terimini ne kadar çok kişi duymuştur.
İlginç olan “ayn” kelimesinin Arapça’da aynı zamanda pınar, kaynak; aslı, kendisi; eşyânın hakikati anlamlarına da gelmesidir. Bu yönüyle göz, görme organını tanımlamak için kullanılan bir kelime olmanın dışına taşmış, bunun çok daha ötesine geçmiş, üzerinde tefekkür edenin pusulasız gitmekte bir hayli müşkilât çekeceği geniş bir anlam haritasına dönüşmüştür.