Süleyman Tevfik, 1876 yılın ilkbaharında konağında kitap okuyarak istirahat ederken, çalınan kapıyı, ömrü boyunca unutamayacağı ilginç bir insana aralayacağını bilemezdi. Gelen şahıs, bir mevki için babasının himmetini talep eden sevimli bir şeyhti. Halep’ten babasının bir arkadaşının referansıyla gelmişti. Konuşmasında sıklıkla anlaşılmayan Arapça kelimelere başvuran Ebü’l-Hüdâ adındaki bu sevimli şeyh kısa sürede Süleyman Tevfik’in babası Ahmet Hulusi Efendi’nin sevgisini kazanacak; önceleri “Şeyh efendi, gitme, beraber yemek yer hasbihâl ederiz!” şeklindeki teklifler ilerleyen günlerde kalıcı bir ikâmete dönüşecekti.
Süleyman Tevfik bir sabah selâmlığa çıktığında sevimli şeyhin çiğ bir patlıcanı sanki salatalık yermişçesine ısırarak yediğini görür. Bu, genç efendinin âşina olduğu bir görüntü değildir. Bu görüntü Süleyman Tevfik ile Ebü’l-Hüdâ arasında sıklıkla tekrarlanan bir ritüele dönüşecektir. Genç Efendi şeyhi gördüğünde mutfaktan bir patlıcan kapar şeyhe uzatır, şeyh de kültürel farklılıktan ortaya çıkan bu durumun genç efendiyi eğlendirdiğinin farkında olarak kendisine patlıcanın her uzatılışında sanki ritüelin kendisine düşen kısmı öyle gerektiriyormuş gibi “Hat garş” diye cevap verirdi, yâni “Bir kuruş ver.”
Pây-i tahta şüphesiz bir gümüş mukâbilinde çiğ patlıcan yemeye gelmemiş olan Ebü’l-Hüdâ Efendi’nin Şeyhülislâm Dâiresi’ndeki talep ettiği vazifeyi de elde edemediğini görüyoruz. Fakat zekî şeyh kendisine ikbâl merdivenlerini teker teker çıkmasını sağlayacak bir hazîne keşfetmiştir: Aralarında saraylı hanımların, câriyelerin de bulunduğu büyük kısmını kadınların oluşturduğu saf ama büyük bir kitle; falcılık, üfürükçülük ve cinci hocacılık gibi aslında dinen çok da hoş görülmeyen bidatlere meraklıdır.