Bizanslı mimarların âdeta kalıptan bir büyülü masal şehri gibi döktükleri Bağdat’ın dillere destan hilafet sarayı; İpek Yolu’nun yükünü durmaksızın şehre taşıyan yorgun kervanlar için döşenmiş geniş yolların, yüksek kemerli çarşılarla süslü meydanların ortasında ve cümlesini gündüz gibi aydınlatan neft kokulu kandillerin ışığında, metruk selefine inat, yeryüzüne düşmüş bir süreyya yıldızı gibi göz kamaştırıyordu.
Günler süren yolculuğun ardından kalacağı handa biraz dinlendikten sonra Halife’nin huzuruna çıkan yaşlı adam, önce ihtişamlı salonlarından birine dâvet edildiği dillere destan sarayın, kat kat altındaki soğuk ve karanlık koridorlarında ilerlemekteydi şimdi. Kollarına girmiş muhafızlar, bitmeyecekmiş gibi görünen kapı açma merasimlerinin son durağına vardıklarında, yaşlı adamı pervasızca içeriye iteleyip, kapıyı ardından kilitlediler. Ayak sesleri uzaklaştıkça, yeniden kapanan kapıların gıcırtıları da azaldı, nihayet hiçbir şey duyulmaz oldu.
Zifiri karanlık, tepedeki küçük pencereden sızan ay ışığının etkisiyle kırıldıkça gözleri etrafı seçmeye başladı. On ayak genişliğinde bir hücreydi burası. Biraz daha alışınca karanlığa, bu defa sırtını duvara yaslamış, bacaklarını karnına çekmiş sessizce oturan genci fark etti. Zindanın eski misafiri, en fazla yirmi yaşlarında görünüyordu. Yüzünü, giysilerini hâlâ ayıramadığı için hakkında başkaca fikir yürütemedi.
“Evlâdım hayırdır senin işin ne burada?”
Genç, başını yerden kaldırmadan cevapladı soruyu:
“Kahtabe’nin okçu birliğindenim. Bunlar komutanımı almak için geldiler, beni buldular. Önemli bir şey değil.”
“Adın ne senin evlâdım? Kimsin, kimlerdensin?”
Uzun saçlı genç, omzunu silkeledi; “Buralarda Eşnas diyorlar.”
Yaşlı adamın yüzünde güller açtı. Aşina’nın, Arap lisanındaki çoğul karşılığıydı bu.
“Demek hemşehriyiz oğul! Adın ne peki? Neredensin?”
“Kül Erkin. Fergana’danım. Ya sen?”
“Büyükbabam Zo Tay, Ceyhun’un güneyinden kalkıp gelmiş buralara. Kabil, Belh, sonra Kufe…”
Ansızın söze atılıp, “Ügüz” diye sertçe ünledi delikanlı; bunu derken gözlerinde çakan şimşek yaşlı adama öyle geldi ki karanlığı aydınlattı.
”Madem bizim oralardansın. Adını ne demeye bunlar gibi söylersin?”
Abbasi Devleti kurulalı on sekiz yıl geçmişti. On dört yıldır tahtta oturan Mansur, zâlimliğinin yanı sıra akıllı da bir adamdı. Her türlü fitne ile kaynayıp duran Irak topraklarında muhaliflerini sindirebilmek için durmaksızın birbirlerine asabiye üreten aşiretlerden adam devşirmekten yılmış, dışarıdan getirdiği Türkleri orduya almaya başlamıştı. Bu genç de onlardan biriydi. Yaşlı adam bu defa sesli güldü.
”Bizimkisi ağız alışkanlığı olmuş oğul. Komutanını neden almaya geldiler, anlat hele!”
“Neyi anlatacağım? Komutanım, bir yaşlı kocanın sözüne aldanıp, bunların iç işine girivermiş işte! Bir vakit adına Ali dedikleri bir yabguları varmış bunların. Onun hakkını yemişler de, devletin başına geçmişler.”
“Ne demiş ki senin komutana yaşlı koca?”
“İşte sen destek ver ki…” demiş, “Bu sefer Ali’nin oğulları kazansın.”