“Emir Kalkan’a rahmetle…”
Eminim bugün kimse rüya görmedi. Cümle rüyalar toplanıp bizi seyretti. Bence rüyalar da sinema gibi gösterime girmeli. En azından tekrarı olmalı. Gün içinde başa alıp seyredilebilmeli insan.
***
Gök kubbenin altında ayçiçeği tarlası. Göz alabildiğine sarı. Bahçe içinde derme çatma bir köy evi. Evin ön bahçesinde bir masa, dört sandalye. Biri oturuyor. Çevresi ağaçlık, yeşillik. İnsan hayran kalıyor. ‘Ne zaman tatile çıktım da buraya geldim’ diye düşünüyorum. Masada oturan adam el sallıyor, gel diye işaret ediyor.
Yaklaşıyorum.
Şaşırıyorum, işte hocam… Emir Kalkan.
Oturduğu yerden hiç kalkmadan yanındaki sandalyeyi hafifçe çekip “Otursana” diyor.
O otur dediği için değil, şaşkınlıktan çöküyorum sandalyeye.
“Nasılsın?” diyor.
Söyleyecek çok şey var, konuşamıyorum.
“İyi ki gördüm seni,” diyor.
“Ben de” demek istiyorum, ama şaşkınlıktan sesim yok oldu sanırım.
“Sen eskiden ne çok konuşurdun, ne oldu?” diye soruyor.
Hafif eğilip, fısıltıyla soruyorum:
“Sen ölmedin mi?”
Kendini geriye atarak basıyor kahkahayı.
Dirseğini sandalyenin kenarına koyup susuyor. Birden eliyle saçını yana doğru düzeltip, “Öldüm” diyor.
İçimden neler geçmiyor ki:
‘Yoksa ben de mi öldüm?’
‘Burası neresi?’
‘Ölünce çürümez mi insan? Bu adam niye aynı duruyor?’
‘Rüya mı bu?’
‘Ağaçlar meyve veriyor mu ki?’
“Saçmalama!” diye bir ses. Âdeta gürlüyor.
“Ne, yoksa duydun mu sen beni?”
“Duyuyorum salak, ölüyüm ben. Ruhtan ibaretim.”
“Nasıl yâ, ne demek ruhtan ibaret?!”
“Ya yu diyerek konuşma, böyle mi öğrettim?”