Aşılmaz sanılan dağları geçtikten sonra, insanın kibrini okşayan şehrin parlak ışıkları ile gözleri kızardı Buhran’ın. Sevdiği kadına ulaşmaya çalışıyordu nihayetinde. Bu zorlu yolculuk ona iki saatlik bir toplu taşım macerası olarak geri dönmüştü ama aşılmaz dağlar aşılmıştı işte. Zaten dağ dediğin nedir ki, bu gibi şeylerin hepsi insanın kendi zihninde oluşturduğu sembolik engellerden ibaretti. Kerem, aşkı için dağları deldiğine göre Ferhat’ın çöllere düşmesinde nasıl bir sakınca olabilirdi?
Buhran garip bir adamdı. Üzerinde bozkırın sessizliği ve avuçlarında parça parça olmuş yaraların kabuk tutmuş acıları ile sevdiğinin peşinden dağları aşmayı, iki saat boyunca bir belediye otobüsünde mahkûm kalmayı göze alabilecek bir kahramandı. Sevgi neydi? Sevgi yemek yemekti ve yenilen yemeğin hesabını Buhran ödeyecekti. Sahi parası var mıydı yemek için ödeyebileceği? “İnsan sevdikten sonra paranın ne önemi var?” diye düşündü Buhran ve sonra derisinin altında onulmaz bir titreme hissetti. Acaba yemek için yeterli parası olmadığını anladıklarında restoranın kaba saba görevlileri onu döverler mi, yoksa polise mi teslim ederlerdi? Olsun delikanlılık ölmemişti ve ölmeyecekti, ölse bile dirilecekti. “Eğer dövmeye kalkarlarsa sorun değil, hepsini patates ederim,” diye düşündü. Polis çağırdıklarında ne yapacağını ise bilmiyordu.
Otobüsten inmek üzere olduğu için bunları düşünmekten vazgeçti. Önemli olan biricik sevdiği Şuhran’a güzel bir akşam yemeği ısmarlamış olmaktı. Şuhran, saçları her seferinde denizden yeni çıkmış gibi tuz kokan, esmer tenli, adının hakkını verircesine şuh bir kızdı. Bazen gerçekten saçına tuz döküyor olabilir mi diye düşünüyordu Buhran. Sonuçta güzel olmak ve de güzel kalmak için neler yapılabilirdi, neler? Kimi yüzüne salatalık maskesi yapıyor, kimi o salatalığı tuzlayıp yiyordu.
*