Yok, bu kadar ciddîye almış değildik ilk başta, itiraf edeyim. Hâlen de almak istemiyoruz. İkide bir kendimize Zarifoğlu’nun;
“Burası dünya!
Ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarla idi;
ekip biçip gidecektik…”
sözlerini hatırlatmamız da bu sebepten. Bunalmıştık ve bir geçiş dönemine ihtiyacımız vardı. İlk gençlik yıllarından içimizde ukde olarak kalan bir işi de tamamlayıp herkesin şu aralar kaçmayı düşlediği âsûde beldeye avdet edecektik. En azından ben öyle düşünüyordum. Bunun için biraz daha sabretmem gerekecek anlaşılan. Hatta bakarsak dünyanın gidişine, gerçekleşmemiş hayâller kutusunun en dibine, umudumu muhafaza için olsa da, defnedecek gibiyim bu düş’üncemi. Çünkü “yaklaşıyor yaklaşmakta olan” ve bizim gemimizin kaptanı Nuh değil.
Geçen zaman zarfında “Hepimiz intihalle suçluyuz, bütün insanlık. Onun için de iki defa suçluyuz, tembellik gibi hafif bir cürüm değil bahsettiğim: hayatlarımızı ve rûy-i zemini daha renkli bir yer yapmak için kendi doğamızın ya da yaradılışımızın imkânlarını nafile yere tüketmemiz. Hepimiz büyük bir intihalin kurbanlarıyız: Kabil’in torunlarıyız.” diyerek isyân ettirecek çok şeye şâhit olduk. Ama ne hazindir ki insan alışkanlıklarının eseri… Muhatap olduğumuz her felâketten sonra bir müptelâya dönüşerek bir sonraki doza kendimizi hazırlıyoruz. Sâdece ölümlerden, dramlardan bahsetmiyorum; pespayelik de ruhumuzda bir tesir bırakıyor zirâ.
Tefessüh çağında parfüm satmak en akıllı yatırım olacakken biz kelâmın gücüne inanlar, ruhumuzu muhafazanın bir yolu olarak Cemil Meriç’in “Kitap fazla ciddî, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri, ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnâmesidir dergi; vasiyetnâmesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.” sözlerinin peşinden giderek her sayımızda vasiyetnâmemize bir madde daha ekliyoruz. Ve yaklaşmakta olana hazırlıyoruz kendimizi.
Bu halet-i rûhiye içinde girdiğimiz mecrada uzun soluklu olmak, esip gürlemek, kurulu düzenleri hâk ile yeksan etmek gibi hedeflerimiz yoktu. Fakat bedenimizden ziyade rûhumuzda tesirini bulan ve bu sebeple hâriçten dâhile değil de, bâtından zâhire doğru hasar veren bir hâlete düş’müşlüğümüzün vücut bulmuş hâlinin bu kadar fazla sevileceğini ve ilgiyle takip edileceğini doğrusu beklemiyorduk. Bizimle aynı hisleri paylaşanların sayısı ne kadar çok olabilirdi ki? Ama hoş bir yanılgıya düştük ilk sayıdan itibaren; Ayarsız hem yazarları hem okurlarıyla büyük bir aile olmaya doğru hızla ilerledi. Herkes elinden geleni ardına koymadan, birlikte bir şeyler yapma vuslatına erdi ve biraz olsun halet-i rûhiyesini teskin etti.
“İçimizden konuşmaktan kendi sesimizi unuttuk. İçimizi konuşmaktan kendi sözlerimizi tükettik.” demiştik Ayarsız’a başlarken; geçen bir yıl zarfında dışımızdan konuştuk. Kimsenin ne diyeceğini çok fazla umursamadan, sesimizin güzel mi çirkin mi olduğuna bakmadan, ama mümkün olduğu kadar ruhumuzdaki fırtınadan kulaklarımıza çalınanları dile getirecek şekilde kalem oynattık. Küçük işler yapmaya odaklanmıştık ve küçük neticeler almamız bizi mutlu etti. Henüz yazarlarımız arasından edebiyat dünyasının, yok orası pek renkli değil, popüler kültürün şatafatlı âlemine duhûl edenler çıkmış değil anlayacağınız. Ama umudumuzu muhafaza ediyoruz, zira potansiyel va’d eden onca arkadaşımız var. Şaka şaka, hiç kimsenin bunu umursadığını düşünmüyoruz. Çünkü Ayarsız bunu mühimsemeyen bir kadronun eseri. “Kadro” dediysem yanlış anlaşılmasın, her biri nev’i şahsına münhasır ve kendi irâdesiyle hareket etmeyi vazgeçilmezleri olarak mimleyen insanlar; ortak bir noktada buluşmaları da sâdece gönüllü bir tercih. Dolayısıyla, bir yılın ardından bizce başarı olarak nitelendirilecek bir durumun ortaya çıkmasının sebebi de okuyucu ve yazarların bu vasfı ve samimiyeti.
“Ayarsız’ı; büyük laflar etme derdine düşmeden, kutsalları kendimize siper etmeden, dünyayı değiştirecek cümleler kuruyormuş pozlarına bürünmeden, samimî bir şekilde yazabileceğimiz, çağı sorguladığımız, zaman zaman onu ti’ye aldığımız, zaman zaman da kendimizi şiire, hikâyeye vurarak içimizdeki sıkıntıları aksettirdiğimiz bir soluklanma ya da panik odası olarak kurguladık” cümlelerini de yine derginin yayın hayatına başladığı dönemde sıklıkla kullanıyorduk. Geçen bir yıllık süre içinde yukarıdaki cümlelerde ifâde bulan hedefleri de kısmen gerçekleştirebildiğimizi düşünüyoruz. Nihayetinde pek çok arkadaşla tanıştık, pek çok yeni yazar katıldı aramıza; dahası, okuyucu/yazar ayrımının olmadığı bir yayın, her ay yeni birkaç yazarın katıldığı bir dergi hâline geldik.
Yine yola çıktığımızda, “Günümüzün mekanik dünyasında hepimizin şiire, edebiyata, hikâyeye ihtiyacının daha da arttığı kanâatindeyiz. Hayata ruh katan da bütün bu gayretlerdir. Bizim bir estetik kaygumuz var; dolayısıyla güzele hasret duyuyoruz, güzele yer vermek istiyoruz. Ezberlerin tekrarlanmasına izin vermeden, farklı bakışı açılarına sahip yazarların fikirlerine ve ürünlerine dergimizde yer vermek en büyük idealimiz” demiştik, bunu da geçen süre zarfında büyük oranda başardığımızı düşünüyoruz.
Yine Ayarsız’ın ilk sayısında şunları söylemiştik: “Oysa biliyorum ki hepimiz farklı farklı pencerelerden görüyoruz şu koca dünyayı. Ama birçoğumuz gördüklerini anlatmayı çoktan bıraktı ya da buna hiç teşebbüs etmedi; yıldığından, anlaşılamama endişesinden ya da zahmete gerek olmadığını düşündüğünden. Biraraya gelince, herkesin üstünde hemen hemen ortaklaştığı konularla sınırlı bir muhabbet yapmanın, biraz geçmişi yâd etmenin, ‘hayırlısı’ kelimesini nokta yerine kullanarak dağılmanın riski azdı üstelik ve her şeyden önemlisi, bir yere âit hissetmemizi en kestirme yoldan temin ettiğinden hayli konforluydu.” Geçtiğimiz 12 sayıda hayata farklı pencerelerden bakan dostlarımızın/yazarlarımızın gördüklerini sizlere aksettirmeye çalıştık. Yine “Hayırlısı!” diyoruz; ama bu kez bir sitem olarak değil, bir niyaz olarak artık… “Beğenmediğini atla!” seçeneğini de dâhil ederek farklı dünyaların kapılarını aralamaya gayret ettik. Bu süre zarfında hatalarımız da oldu tabiî, ama bir taraftan aynı hataları tekrarlamamaya özen gösterirken, öbür taraftan dostlar arasındaki müsamahanın enginliğine sığındık.
Nihayetinde sevgili yazarlarımız ve siz sevgili okur dostlarımızın desteği ile bir yılı doldurduk. Önümüzdeki aylarda daha güzel işler çıkarmak için üstümüze düşen gayreti göstereceğiz, ama “takdir olanın vuku bulması”yla da mücadele edemeyeceğimiz açık.
Bidâyetinde yine “Büyük misyonumuz yok diyerek yola çıktık, en büyük ayarsızlığımız bu olsa gerek. Bizi takip ederseniz size kurtuluş yolunu gösteremeyiz, ama aklımızdaki soruları sizinle paylaşabiliriz, kafanızı karıştırabiliriz, güldürebiliriz, öfkelendirebiliriz, hatta ağlatabiliriz. Biz kurtuluşun yolunu filan bilmiyoruz, biz sâdece bir dergiyiz. Sâdece bir dergi olmayı da devam ettirmek istiyoruz.” demiştik. Hâlen aynı iddiadayız. “Efendim 20 sene daha yaşayıp Türk kültür hayatını şekillendireceğiz” demiyoruz. Ama çok keyifli yazılar okumanız için gayret göstereceğimize söz veriyoruz.
Son söz olarak, hem okurlarımıza hem yazarlarımıza geçtiğimiz bir yıl içinde Ayarsız’ın gelişmesi, büyümesi için gösterdikleri çabadan dolayı medyûn-ı şükrân olduğumuzu ifâde etmeliyim. Ayarsız benim haleti-i rûhiyeme iyi geldi, umarım aynı tesiri ufak da olsa sizde de yapmıştır. Kalın sağlıcakla…