Kasım 2009
Etrafında merakla bekleşen üç beş çocukla birlikte dükkânın önünde oturmuş küçük bir çakı ile kavak dalından düdük yapıyordu. Yaptıklarını da sırayla çocuklara veriyordu. Çocuklar şaşkın bir şekilde aldıkları düdükleri öttürmeye çalışıyorlardı. Galiba hoşlarına da gidiyordu. Kendisini kaptırmış gibi görünmesine rağmen duvarda asılı duran ve her zaman açık olan radyoda çalan türkülere eşlik etmeyi de ihmal etmiyordu. Arada radyoyu işaret ederek çocuklara dönüp:
“Bakın ne diyor? Söylediklerini kim tekrar ederse sıradaki düdük onun,” diyerek çocukların türküyü tekrarlamasını istiyordu.
Bir süre uzaktan seyrettikten sonra yavaşça ortaya çıkarak selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra elindeki düdüğün deliğini açmaya ara vererek bana döndü:
“Kim ne derse desin; kültür gibi vatan da türküdür, şarkıdır. Vatanın hudutlarını türküler ve şarkılar çizer. Tıpkı dilinin, zevkinin ve anlayışının, hatta zihniyetin tezahürünü; mırıldandığın ya da şen şakrak, avaz avaz haykırdığın sözlerle yaşattığın gibi… Vatan, türkülerde, şarkılarda adı geçen mekânlardır. Mûsıkînin esası hasret, sevda değil midir? Varsın bugün hudutlarında olmasın. O türkü ve şarkıyı söyledikçe senin zihin hudutlarında kalacak, elbet bir gün demeyecek misin? Elbet bir gün… Bak şunu dinle Kerkük türküsüdür rahmetli Abdurrahman Kızılay söylüyor.”
Altın hızma Mülayim,
Seni haktan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim
Başını kaldırdı yüzüme baktı, gözleri dolu doluydu…
“Ne garip değil mi? Sanki içimizdeki ahmaklar yüzünden bizi helâk etme emri bizim için söylenmiş gibi.”
Gelir gelmez gelen bu ağır bombardıman karşısında sâdece yutkundum. Her hâlinden ve her hareketinden bir mânâ çıkarmak gerekmiyordu zaten, her şeyi ile mânâ idi. Her şeyi ile her zaman bir şeyler, ama bizden olan bir şeyler öğrenebiliyordunuz. Bugünkü dersimizi gelir gelmez almıştık. O gün sabaha kadar içinde şehir ismi geçen türkü ve şarkıları saydım, saydım…