7. Kayıt
Fransız tarihçi Fernand Braudel’i çok severim. Benim rol modellerimden biridir. Braudel, II. Dünya Savaşı sırasında Fransa ordusunda bir subaydır. 1940 yılında Almanlara esir düşer. Önce Mainz sonrasında Lübeck’teki esir kampındaki günlerini fırsat bilir, “II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” başlıklı doktora tezini esir kampında tamamlar. Ağlayıp sızlanabilirdi. Ailesinden ve sevdiklerinden ayrı olmasının derdi içinde eriyebilirdi. Çok sevdiği Paris’in ya da ülkesinin geleceğinin endişesi ile vesvese diyarında kaybolabilirdi. Fakat o tüm bu düşüncelerden kendisini uzak tutacak bir yol tercih etmiş: Çalışmak. Gayret ile bıkmadan çalışmak. Bir tarihçi olarak biliyordu ki her şey sonludur. Kötü ve zorlu süreçler de buna dahil.
Fernand Braudel, 1945 yılında serbest kaldıktan çok kısa bir süre sonra klasik historisizme karşı mücadelenin cephesi olan Annales Dergisi’nin yayın kurulu üyesi olur. 1947 yılında savunduğu doktora tezi ise tam bir atom bombası etkisi yaratmıştır. Tarihin sadece dönem tarihçilerinin yazdıkları merkezinde olabileceğine inanan, onları birer kutsal metin gibi gören klasik historisizm yerle bir olur. Bugün bizler sanattan mimariye, edebiyattan müziğe kadar insanlığın bizlere bıraktığı her şeyin kıymetli olduğundan hareket eden tarihi anlayışına sahip isek, bunu borçlu olduğumuz kişilerden biri de Braudel’dir. İyi ki esir kampında asla pes etmeyip, asla vaz geçmemiş. Kendisi aynı zamanda, eserlerin arşivler ve kütüphanelerden dışarı çıkartılması yasağına karşı microfilm yöntemini bulan kişidir. Onunla birlikte kaynakların edinilmesinde ve paylaşımında çağ atlanmıştır.
Covid-19 depresyonu içindeki birine Braudel’in hikayesini anlattım. Ben tarihçi değilim diye tepki gösterdi. Kıssadan çıkarılacak hisse zaten herkesin tarihçi olması ya da çığır açan işlere imza atması değil. Hepimiz Braudel olamayız. Çıkarılacak hisse, sızıldanmayı bırakmak. Eylem odaklı olmak. Ne olmak istiyorsak, neyi başarmak istiyorsak onun için hazırlanmak. Evde sağlıkla kalırken Covid-19 günlerini bunun için fırsat bilmek.
6. Kayıt
İnsan neyi, neden sevdiğini geç idrak edebiliyor. Yakın zamanda tanış oldum ama tam anlamıyla vuruldum. Sabahtan akşama Minor Empire grubunu dinlemekteyim. Bu grup Kanada’da yaşayan Türkler tarafından kurulmuş. Türkçe müzik yapıyorlar. O aşina olduğumuz türküleri icra ederken ki farklı üslupları beni cezbetmişti. “Second Nature” isimli albümleri ile Kanada Folk Müzik Ödülleri ve Kanada Bağımsız Müzik Ödülleri’nde “En İyi Dünya Grubu” seçilmişler. Yurtdışındakilerin Türkçe sözleri anlamadan onlara sevdalı olmaları da ilginç bir nokta. En sevdiğim şarkıları “Yurtsuz”. İlk başlarda sözlerini Selçukluların yaşamı ile eşleştirmekte idim.
Sözleri şöyle:
Yangınıydım ben ormanın yangını,
Ne ateşler tükettim de sönemem aman.
Çektim durdum bu gurbetin kahrını,
Ne gidişler diledim de gidemem aman.
Ne ölümler öldürdüm, yok ettim aman.
Bu gurbet kuytularında belayım aman.
Bir ömür rüyasına da kanmışım aman.
Bu gurbet kuytularında belayım aman.
Yarım yürekli bir atım dört nala,
Koşarım koşarım yolun varılmaz aman.
Yurtsuz kalmış derler koca dünyada,
Taşırım semerimde yurdumu da aman.
Dönüp dönüp dinlerken bugün fark ettim ki bu sözler an itibariyle yaşadıklarımıza da uyuyor. Belki de asıl olan bıçak sırtındaki yaşamdı. Biz o gerçeği unuttuk. Belki Covid-19 günleri ile yaşadığımız biraz da bu gerçeğin farkına varma sancısıdır. Belki “Yurtsuz” o gerçek yaşamın çağrısı olduğundan kendisini sevdirmişti.
5. Kayıt
Anlattığım kot hikayesi üzerine bir akademisyen bana mesaj atmış.Covid-19 ile mücadele sürecinde benden başka tür yazılar beklermiş, bu kayıt hayal kırıklığı yaratmış. Mutfak hallerini paylaşan bir akademisyen arkadaşım da yine bir akademisyen tarafından benzer bir eleştiriye maruz kalmıştı. O zaman kendi sosyal medya hesabımda, “Siz Bu Akademisyenlik İşini Çok Yanlış Anlamışsınız” başlığı ile cevap niteliğinde bir yazı yazmıştım. Sonunu şöyle bitirmiştim: Ocağımız tütsün diyen bir toplumun mensubu olmaktan gurur duyan, elimizin hamurunu kalemimize bulaştırmaktan gocunmayan kadın akademisyenler adına diyorum ki iki soğan kavurmak ile atıflara zarar gelmez, maya ile unu karınca da unvan düşmez. Mutluluğum sizin gibilerin az, bizim gibilerin çok olmasınadır.
Bu kayıt ikinci bir fırsat olsun. Sırça köşkte yaşamadığının farkında olan akademisyenler olarak bizler kot giyiyoruz, acıkıp yemek pişiriyoruz, bulaşık yıkadığımız da oluyor. Zamane şartları nedeniyle şükür ki çamaşır makinesi var. Abartıp dere kenarına inip çamaşır yıkıyoruz demeyeceğim. Covid-19 bize de temas edebilir. Bu riski taşıyan bir canlı olarak evdeyiz. Sıkıldığımız da oluyor, endişe ettiğimiz de. Belki eğitim verme ve araştırma yapma disiplini ile kontrol mekanizması konusunda diğer meslek gruplarından biraz daha tecrübeliyiz. Ama o kadar.
Elbette her insan gibi akademisyenler de saygı görmek ister. Bu doğal. Ömrünü bir ideal uğruna vakfetmekten dolayı bu saygının hürmet seviyesinde olmasını beklemek de doğal olabilir. Doğal olmayan Olympos’taki tanrı ve tanrıçalar gibi kendini algılamak ve öyle göstermeye çalışmak. Bu çok kırılgan bir algıdır. Niye tercih ederler anlamakta zorlanıyorum. Ufacık bir hareketle yerle bir olabilir. Ne demek istediğimi bir olay üzerinden örneklendirmek en iyisi. İnsanüstü özelliklere sahipmiş gibi davranan bir hoca yüksek lisans telafi dersini evinde yapmaya karar vermiş. Kendisi gibi evi de olağanüstü olmalı diyerek öğrenciler heyecanla hocanın evine gitmişler. Salonu ve hocayı süzmekten kimse derse konsantre olamamış. Bir ara hoca öğrencilere dönüp “Biri mutfaktan çayları getirsin” demiş. Kör istedi bir göz Allah verdi iki göz. Salon dışında mutfağı da görme şansını yakalamış olmanın heyecanı ile öğrencilerin çoğu mutfağa akın etmiş. Salonda kalanlardan biri eğilip yanındaki arkadaşına hayalkırılığı ile şöyle demiş: Hoca terlik giyiyor.