Sessizliğin kuş cıvıltılarıyla parçalandığı Yıldız Parkı’nda onu bekliyordum. Gelirim dediği saati yarım saat geçmişti. Bekletilmekten hoşlanmayanlardan değilim. Bir şeyi, bir kimseyi beklerken kendime uğraş yaratır, zamanı hızlıca öldürmek için dikkatimi cezbedecek nesneler ya da hayaller bulurum. Parkın yukarı, iç taraflarında bir bankta otururken sağa sola koşuşturan sincaplar ilişti gözüme. Uzun uzadıya sincaplardan birinin hareketlerini takip ettim. Sanırım karnı acıkmıştı. Ağaç diplerine seğirtip duruyor, yiyecek arıyor gibiydi. En sonunda bir ağacın dibinde nasibini buldu. Sincapların gülümsediğini o gün gördüm. Taze bir ağaç kabuğundan ibaret olan azığını kapan bu sevimli yaratık, ötedeki ağacın gövdesine tırmanıp yeşil yapraklar arasında kayboldu. Neden yiyeceğini bulduğu yerdeki ardıca değil de berideki sedire tırmandığını düşündüm. “Belki yuvası oradadır,” diyerek kendimi ikna etmeye çalıştım.
Güneş karşımdaki soforanın dalları arasından çehremi yakalamıştı. Bankın öte tarafına kayıp gölgeye kavuştum. Yazın son, sonbaharın ilk günleriydi. Hafta içi olduğu için kalabalık değildi Mabeyn Bahçesi. Hatta benim olduğum muhitte kimsecikler yoktu. İnsana ve onun saçma gürültülerine mâruz kalmadan doğayla buluşmak en büyük zevkim olmuştu. Buraya üniversitedeyken daha sık gelirdim. Fakat o zamanlar kâinatın efsunlu sesini duymaya değil; yalnız başıma demlenmeye… Okul ortamına hiçbir vakit alışamamıştım. Her şeyi sorguladığımı gören insanların bana tiksinç bakışlarından bıkmış, özellikle son sınıfta vaktimin çoğunu ya Gülhane’deki Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi’nde ya da burada geçirirdim. Âlemdeki herkes sanki yalnızca beni ölesiye tenkit etmek ve istihza ile incitmek için yaratılmış olacak ki; “Bari denizi seyret! Nasıl adamsın sen?” diye çok kez azarlamışlardı. Denizi seyretmek mesele değil, denizi bulmaktı mesele…
Dalmışım. Rahmetli annemi düşünüyordum. O son görüntüsünü… Başını bembeyaz, oyalı bir çeki ile örtmüş, zümrüt yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Endişeli hâlini fark ediyor ancak soramıyordum: “Anneciğim neyin var?” Sanki benden mühim bir ricada bulunacak gibiydi. İsteyeceği şey kendisinde buhrana dönüşmüş, bu ahval anacığımın çehresine yansımıştı. Kadıncağızın arzusu bir şeyi yapmam değil de “yapmamam” üzerineydi. Birkaç beyaz kılla süslenmiş kaşlarını “Yapma oğlum!” dercesine kaldırıyordu…