Akşam olup el ayak çekilince pastayı salondaki masanın üzerine koydu. Pastanın üzerine kırk altı tane mumu büyük bir özenle yerleştirmeye başladı. Bütün ışıkları kapattı. İlk kibriti çakıp ilk mumu tutuşturduğunda kırk altı sene geriye, 1970 yılının yirmi yedi temmuz akşamına gitti.
Altınay’ın kocası soluk soluğa Gülnar Hanım’ın kapısına vuruyordu: “Gülnar Ana yetiş, Altınay’ın sancısı tuttu. Bebek geliyor, yetiş!” Kadıncağız Altınay’ın yanına vardığında, Altınay terler içinde kalmıştı. Güneş batmak üzereyken odayı bir bebek ağlaması kapladı. Altınay’ın kucağında bir kız bebek vardı. Kara gözlerini Altınay’ın gözlerine dikmiş, annesine sokulup kokusunu alınca biraz sakinleşmiş, annesini emince uyumaya başlamıştı. Günler geçmiş, bebek Lazzat odanın içinde emekliyor etrafa gülücükler atıyordu.
Altınay ikinci mumu yaktığında, Lazzat evin içinde koşturup duruyordu. Bazen sebepsiz yere ağlıyor, bazen gülücükler dağıtıyor, acıkınca, uykusu gelince, uyanınca, oyun istediğinde hep Altınay’ın eteğine tutunuyordu.
Üçüncü mum yandığında Lazzat konuşuyor, dördüncü mum yandığında kardeşi ile oynuyordu. Altınay, ailesinin o mutlu günlerini hatırladıkça gülüyor, yeniden gençleşiyordu. O zamanlar sabahtan akşama kadar ne çok çalıştığını, yorulduğunu hatırlıyor, keşke şimdi de öyle olsak da daha çok yorulsam diyordu. Lazzat, Aladağların eteklerindeki küçük evlerinin önünde oynuyor, koyunların keçilerin arasında günlerini geçiriyor, baharda otların üzerine uzanıyordu.
Yedinci mum yandığında Lazzat sırtında bir çanta ile okul yoluna düştü. Eve döndüğünde çok sinirliydi. Hırsından dudaklarını ısırıyor, minik tatlı yanakları kızarıyor, kaşlarını çatıp bir kenara çekiliyordu. Altınay, kızını sâkinleştirene kadar akla karayı seçiyor, korkuyor, hem de çok korkuyordu. Yaşadıkları yerde çok fazla Rus yoktu. Lazzat, daha çok kendi evlerinde ve kendi gibi ailelerin çocukları arasında büyüyüp geliştiğinden okula başladığında âdeta bir duvara çarpmıştı. Annesi onu sâkinleştirmeye çalıştığında ona da kızıyor, öğretmenden çıkaramadığı sinirini Altınay’dan çıkarıyordu. Anne diyordu, “Anne ben senin dilini biliyorum, küçük kuzunun, zayıf keçinin, kara ineğin dilini biliyorum. Yük taşıyan atların, göğü çatlatan yıldırımların, yeri yıkayan yağmurların da dilini biliyorum. Aladağlarda açan çiçeklerin, uçuşup duran kuşların, kuşların konduğu ağaçların, ağaçları besleyen nehirlerin dilini de biliyorum. Anne! Ben Rus’un dilini bilmiyorum!” Küçük kızı direttikçe Altınay çâresizce susuyor, kızının daha fazla inatlaşmaması için konuyu değiştiriyor, onu sâkinleştirmeye çalışıyordu.