Ne zamandı bilmem ama çok eskidendi. Lena nehri kıyılarında Egne adındaki yoksul bir avcı, küçük oğlu ve karısıyla birlikte avladığı hayvanların postlarını satarak kıt kanaat geçinip gidiyordu.
Tanrılar bazen sinirlenip insanların ve hayvanların nasibini keser, onları açlıkla sınar, bazen de yok eder. İşte tanrıların dünyayı açlıkla cezalandırdığı böyle bir günde ihtiyar Egne avdan yine eli boş dönüyordu. Günlerdir kursaklarından tek lokma geçmemiş olan aile açlıktan ölmenin eşiğindeydi. Egne’nin sinirleri iyiden iyiye yıpranmıştı. Evine varana kadar yol boyunca düşünüp, zor bir karar almak zorunda kaldı…
Küçük de olsa bir av bulmak için ormanlarda öyle çok dolaşmıştı ki eve gelir gelmez yatıp uyudu, sabahın ilk ışıkları ile uyanıp yeniden ava gitmek için hazırlandı ve evden çıkarken karısına sessizce kan donduran o cümleleri fısıldadı: “Oğlanı öldürüp pişirmekten başka çâremiz kalmadı, ben avdan dönene kadar onu öldürüp pişireceksin, yoksa açlıktan hepimiz öleceğiz.”