Küçükken anneannem sokakta oynamamıza, “yatsı okundu, gece mühürlendi” diyerek izin vermezdi. Kim mühürledi diye sormazdık, geceyi bir mühürleyen vardı, sabahı bir müjdeleyen. Ama ramazan geceleri hâriç… Teravih namazına giderdik, tabiî yerimiz en arkada olurdu, biraz namaz kılar biraz eğlenirdik. Namaza gidiyoruz diye çıkıp mührü kırılmış gecenin sokaklarında oyuna dalardık çoğu zaman, ama çocuktuk yâhû belki ilkokula bile yeni başlayan… Evet, o zamanlar kasabalı çocuklar olarak sokakta oynardık. Sokak dediysem, tek tük aracın geçerek biraz sertleştirdiği toprak yolun etrafına sıralanmış tek katlı bahçeli evlerden mürekkep, bize çok büyük gelen bir yerden bahsediyorum. Kaldırımımız ve asfaltımız yoktu, ama çift kale maç yapacak kadar geniş bir alana sahiptik. İçine iki evin, bir hayli ağacın, küçük bir havuzun, tandırın, küçük bir köpek kulübesiyle takla güvercinlerinin kafesinin sığdığı, hatta yazın evlerin taze sebze ihtiyacını karşılayacak kadar ekilecek alanın bile kaldığı bahçe de çok büyük gelirdi bana. Sonradan müteahhitte verilip yüz metre kareden iki daire üstüne apartman dikildiğinde, bahçenin geri kalanına ne olduğunu hep merak etmişimdir. Yol biraz genişlemişse de benim çocukluğumun ve birçok güzel hâtıramın sığdığı bu alanın, dikine genişlemesine rağmen, şimdilerde içine kimsenin sığamamasında hep büyülü bir yan aramışımdır. Çocukluğumuz efsunluydu bizim; siz bilmezsiniz, en güzel filmleri misâl âleminde tekevvün ettirirdik de, gece rüyalarımıza hasret çektiklerimiz girmez idi.
Bizim mekânla ilişkimiz hep sığamamak üstüne, nedense sürekli bir genişleme derdindeyiz modern insanlar olarak. Daha genişine duyduğumuz iştah, ihtiyaçlarımızı tam olarak tanımlayamadığımızdan mı kaynaklanıyor, yoksa başka bir sebebi mi var doğrusu kestiremiyorum, ama kimi zaman “biz büyüdük küçüldü dünya”, kimi zaman da “biz büyüdük muhayyilemiz küçüldü” diyerek konuyu kendi açımdan vuzuha kavuşturuyorum. Heyhat, yağmur sularında yarıştırdığımız kâğıttan gemilerimizin peşinden koştururken hissettiklerime, sanmam ki sürat teknesiyle denizin bağrını yararak ilerleyenler bir nebze olsun yaklaşsınlar. Şimdi yâni bu satırları yazarken bile, yağlı kâğıttan mamûl gemim birinci geldiğindeki sevincimi gidip bulabiliyorum içimde.
Daha geniş evlerimizin olması meselemizi çözmeyecek, tıpkı daha geniş sokaklarımızın, daha geniş caddelerimizin olmasının çözmeyeceği gibi. İhtiyaçlarımızı belirleyemediğimiz müddetçe, noksanlığın iç karartan yüzüyle karşılaşıp onun bir karabasan gibi hayatımıza çöreklenmesine mâni olamayacağız. Ömrün içinden geçip giden insanlar olarak geriye, “mesut olmak için çok çabaladı ama bir türlü kurtulamadı baktığı kuyunun bunaltısından” diyerek hayıflanan âriflerin neyi remzettiğini idrak edememenin mirasını bırakacağız.
Yatsı ezanı yine var ama anneannem yok, geceyi mühürleyen de onunla birlikte gitti. O(nlar) gittiğinden beri “şehirlerimiz geceleri bile gündüzler gibi olmalı”nın peşine düştük. Sükûnetle aralanan tefekkürün kapılarından ancak gönle dolacak cûşâcûşu da onlarla birlikte yitirdik, yerine felekten çalınan bir neşe ikame etmeye çalışmamız ondan. Fakat nihayeti hep var gecenin ve anlaşılmasa da, sabah az ötede beklerken, kahkahaları suratta donduran bir ânilikle hüznün her gecenin “mutlak gâlibi” olarak neşenin orta yerine gelip tebelleş olması, geceye ve onun mâliki tefekküre hürmetsizliğin kendini tezekkür biçimi.
….
[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]