Hayat bu, soyut kavramlarla gitmez, çarpar adamı. Bu yüzden içimizdeki Muhammed Ali “Kimse hayat kadar sert vuramaz!” der. “İçimizdeki Muhammed Ali” dedim, yoksa içimizdeki Rocky Balboa mıydı? Bilemiyorum… Hatırlasana, ya da dur sâdece hatırlama, bağıralım; “Adriyııııııın…!” Hayat çarpar adamı ve fakat güzel sevdik…
Soyut kavramlar para etmiyor, mânevî değerlerle donanmış olmanın, bunları idealize etmenin hayat karşısında bir anlamı yok. Ne kadar kutsal inşa edersen et, hayat tam da o kutsallarına sertçe dalıyor. Burada mesele din değil hacım, senin dinin senindir sâkin ol, başka bir şey diyorum; duvara toslamış ruh hâllerinden, hayal kırıklığıyla sınanmaktan, bunların neticesinden gelen sarsılıştan, kopuştan, çöküşten bahsediyorum… Çünkü netice, giderek tarifsizleşen bir sevgisizlik oldu. Ne oldu? Dinin var, eyvallah ama zerrece sevgi yok…
Şöyle de düşünebiliriz; zafer nâraları attığımız da olmuştur elbette, kendi köşemizde “topukların nokta nokta bas gelin” diye türkü söylediğimiz de olmuştur, yâni güzel kazandığımız güzel kaybettiğimiz de olmuştur, sonra bakmışsın herhangi bir kahkahayı adımladığımız da olmuştur… Her bir merhalesinde bu saydıklarımın, yine sâdeliğe dönüyor ve sâdeliği ihtişam kabul ediyor insan: Aslında başta yapması gereken şeyi, merhalelerle yaşayıp, yıkıla yıkıla, yüzü gözü mor, yamulmuş bir vaziyete geldikten sonra “Sâdelik iyi abi, her şey sâde olacak” diyor… Bir bakıyorsun duyar kasmış, haykırıyor, bir bakıyorsun bağırıp çağırması gereken asıl mevzuyu öylece geçmiş, suspus olmuş… Acayip… Hepiniz bir acayipsiniz…