Allah bir mani keder vermediği taktirde, iki yıldır her pazar sabahı yaptığı gibi, ekim ayının hafiften serinlemeye başlayan o ikinci pazar günü de Edirnekapı Mezarlığı’na gitmek üzere At Pazarı Kırbacı Sokaktaki evinden çıktı. İki yıl önce hayatta kalan tek dayanağı olan babasını yitirdiğinden beri onunla olan bağını bir türlü koparamamasından sebep, bir âdet hâline getirdiği bu kabristan ziyaretlerini aksatmamaya çalışıyordu. Annesini hatırlamıyordu. Babası da ondan pek bahsetmezdi, “Öldü, seni bıraktı, gitti” demişti sâdece aklı ilk ermeye başladığı zaman “ana” kavramının çocuğunun muhayyilesindeki karşılığını doldurmak için. Güle ağlaya, iki delikanlı yaşayıp gitmişlerdi. Posta idaresinden emekliliğini müteakip, bir parça birikimini de katarak ufak bir tekne alıp Ayakapı sahiline bağlamıştı babası. Vaktini çokça bu teknede geçiren adamcağız, bazı zaman boğaza açılır, balık tutar, bazı zaman da eşi dostu ahbabı “gidecekleri yere kadar” bırakırdı. Dedesi, rahmetli Faik Bey, Şirket-i Hayriye kaptanlarındandı, babasının deniz sevdası da oradandı. Ancak bu sevda kendisine pek de sirayet etmiş gibi değildi. Genelde mecbur değilse vapur, tekne, feribot ve sair deniz araçlarını kullanmaz, kullanacak olursa da en keskin nane şekerleri, mentollü kolonyaları çantasına iliştirirdi. Zira kendisini deniz tutar, en ufak sallantıda başı döner, midesi ağzına gelecek gibi olurdu.
Edirnekapı Mezarlığı’nın kapısından, nemli hava ve yağışın etkisiyle birbirine yapışmış, sarı, kahverengi sonbahar yapraklarına basarak içeri girdi. Dar yollardan geçerek, babasının mezarını buldu. Her zaman yaptığı gibi üzerindeki çeri çöpü temizledi, kenarına oturup Fatiha’sını okudu. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Kirli beyaz bir fon üzerinde hızlı hızlı hareket eden, kah koyu, kah açık gri renkli yağmur bulutlarının suratına bıraktığı zerre zerre yağmur taneciklerinin serinliğini yüzünde hissetti. Kafasını indirip kapalı gözlerini açtığında, sol yanındaki eski mezarın üzerinde kendisine ters ters bakmakta olan, göğüs kısmında koyu kahverengi, sivri köşesi aşağıya bakan bir üçgen leke bulunan o tuhaf martıyı gördü. Bunca zamandır mezarlığa gidip gelmesine rağmen kapı girişinde aylak aylak dolanan kediler hariç başka bir hayvanı, hele de bir kuşu hiç görmemişti. Kaldı ki bu tuhaf martı âdeta üzerindeki mezarı ziyaret ediyormuşçasına eski taş kaidenin üzerinde bir sağa bir sola gidiyor, gagasıyla toprağın üzerindeki ayrık otlarını söküp mezarın dışına atıyor, mezar taşının üzerine çıkıp etrafı kolaçan ediyordu. Hayvanın bu tuhaf hareketlerinden içten içe tedirgin oldu. Yine de içindeki merakla yerinden doğrulup mezar taşını okumak istediyse de kendi hareketine eş zamanlı olarak kanatlarını iki yana açıp bağırmadan dik dik kendisine kafasını uzatan hayvandan çekinerek geri adım attı. “Pakâlâ, bir şey yapmıyorum, merak etme” diyerek çekilip tekrar oturduğunda martı da sakinleşmişti. Yaşadığı bu tuhaf hâdisenin de vermiş olduğu garip ruh hâliyle daha fazla mezarlıkta kalmak istemedi.