Hulvan’ın birkaç fersah ilerisindeki, başı her daim karlı dağın sırtlarına kurulmuş ordugâhta, kara otağın içinde Nizek yakarıyordu: “Beğim, gidelim buradan! Kaldığımız her gün zarar! Bunlara güven olmayacağını, atam Nizek Tarkan’a yaptıklarını bilmez misin?”
Ebu Müslim, yoldaşına şefkatle baktı. Yaşadıkları bu bahadırı vaktinden önce kocatmıştı. Temkini hiçbir zaman elden bırakmak istemez, kimseye kolay güvenmezdi.
“Senin büyükbabana kıyan Emevî valisiydi. Bu ise Peygamberin soyundan üstelik koskoca halifedir. Aynı şey mi Nizek?”
“Aynı şey olup olmadığını canınla mı tecrübe edeceksin? Bırak başka yol bulalım!”
Ebu Müslim ses çıkartmadı. Onun yerine, önündeki hokkayı, kâğıdı Nizek’in önüne sürdü. O söyledi, Nizek yazdı; yazdıkça da sevinçten yüzü ışıldadı. Nihayet mürekkep kuruyunca, mühür yüzüğünü çıkartırken, elçiyi de yeniden huzura almaları için işaret etti.
Yaktin, sorgu meleklerini bekler gibi titriyordu kara otağın dışında. Ebu Müslim’in ordugâhını kurduğu bu dağ başına, iki seferdir, boy abdestini alıp, elbisesinin içine beyaz kefenini giyerek, ölmeden sürünüp durduğu hanut kokusu eşliğinde gelmek, adamda sinir namına bir şey bırakmamıştı zaten. Bir de mektubu teslim ettikten sonra bekletilmiyor muydu; işte o, kabir azabı kısmıydı. Ya bir mektup Yaktin’in eline yahut Yaktin’in kellesi halifenin önüne…
Sağında Tarhan el Cemmal ve İshak et Türkî, solunda Nizek ve Otamış ile bağdaş kurmuş Ebu Müslim, bu kez gülerek karşıladı elçiyi. Geçen sefer elinden zor almışlardı. Şimdi ise sesine, yapmacık da olsa, bir nezaket kondurmuştu.
”Halife hazretleri bana Şam’ın ve Mısır’ın valiliğini münasip görmüşler demek! Ne şeref! Var olsunlar!”
Ansızın ciddîleşerek doğruldu. Gök, kara otağın içinde gürledi, şimşek tüynükte çakıp da Yaktin’in içinden toprağa geçti sanki…