İlkokul beşe gidiyordu, zorunlu eğitim sekiz yıldı. ‘Deli Doğan’ sonradan delirdi. Dünyaya ayak uydurdu, insanlıkla flört etti. Doğan ilk başlarda konduramadı kendine deliliği, öyle bir tabire inanmadı. Nihayetinde minnacık çocukların deli demesi asla kabul edilemezdi, reşit değillerdi, bırak reşit olmalarını aralarında okuma yazmayı çözemeyenler bile vardı. Değişmez kanun olan gerçeklerin ortaya çıkması süreci Doğan için çok ama çok erken oldu. Haftanın son gününün son dersiydi. İstiklal Marşı’nın tüm okulca okunmasına dakikalar kalmıştı. Doğan biraz daha dayansa skoru korumak için son dakikaları top çevirerek geçirse olay belki de hiç yaşanmayacaktı. Doğan kendisine seslenen öğretmenini duymayıp yaramazlığa devam etti, ikinci uyarıda yine oralı olmadı ve üçüncü uyarıda öğretmeninin ses tonunun yükselmesini görmezden gelip gülme eylemini kahkahaya çevirdi ve en sonunda sınıfın kapısını kıran, camları tuz buz eden, sıraları yerlerinden oynatan tok sesle irkildi. Öğretmeni ‘Deli Doğan’ diye bağırdı üstelik adamın bir çuval bıyığı vardı, çoktan reşit olmuş bir yetişkindi. Öğretmenin sesini tahmin edileceği üzere bütün okul duydu bununla bitti mi peki? Tabiî ki hayır. Kenarları mavi boya izli okulun koca ağızlı hoparlöründen bütün dünyaya yankılandı, bütün gözler okula çevrildi. Rutin değişmedi dersin bitmesiyle bahçeye çıkıldı. İstiklal Marşı okundu ama maalesef Doğan tek ezbere bildiği marşın bir parçasını bile duymadı. Doğan okulun bahçesinin kör noktasında kulakları tıkalı çömelmiş bir hâldeydi. Bazen geriye dönüş olmuyor tamam ama “pişmanlık için ne kadar küçüğüm” diye düşünmekten kendini alıkoyamadı…
Doğan deli tescilli sûretiyle okuldan eve doğru yürürken çantanın ağırlığından şikâyetçiydi. Bozuk suluğundan gelen plastik kokusu ciğerlerine işliyordu. Sol ayakkabısının topuk kısmındaki erime yürümesini engelliyor arada canını yakıyordu. Yokuş çok mesafeli olmasa da ağır bir çanta, kokan suluk, topuğu erimiş ayakkabıyla çekilecek gibi değildi. Doğan yokuşu bitirip derin nefes alıp verdi. Az ilerde semt pazarı vardı ve dağılmak üzereydi. Her cuma Doğan okul çıkışını biraz daha geciktirerek havayı karartır semt pazarının dağılmasına kendisini ayarlardı. Genellikle atık zerzevatların içinden sağlamlarını seçerek eve götürürdü. Şansı bazen yaver gider çil çil meyvelerin denk geldiği de olurdu. Hava yağışlı olmadığı zaman neredeyse bir haftalık ihtiyacı karşılayacak artık bulurdu. Yağış olursa, salı günü birazca uzak olan pazara gider ve açığı kapatırdı. Neyse ki bu cuma yağış yoktu ve Doğan kısa zamanda sebzesini toplayıp çantasında hazır olan kalın çöp poşetine koydu. Şeker hastası olan annesinin şansına bulduğu iki yeşil ekşi elmada günün kıyağıydı. Doğan’ın yüzü yine de gülmedi, berbat bir gündü hemen bitmeliydi.
Akşam yemeğinde içinde et olmayan türlü vardı. Doğan ve annesi yemeklerine yeni başladıkları sırada çok gürültülü kapı sesi odayı irkiltti. Doğan sofradan fırladığı gibi yüreği ağzında tahta kapıyı açtı. Kapının tokmağının kenarından kıymık tırnakla etin arasına girdi ve hafif sızlattı. İnce kan çok az aktı. Doğan duruma aldırış etmedi ve kendisine bakan babasına boş bakışlarla karşılık verdi.