Klasik umut hikâyesini pek çoğumuz biliriz: Bir gün Zeus, Prometheus’un Olympos’tan ateşi çalıp insanoğluna vermesinden dolayı, insanları cezalandırmaya karar verir. Usta Hephaistos’a güzel bir kadın yaptırır. Bütün tanrıların türlü güzelliklerle donattıkları bu kadın Pandora (tanrıların armağanı)’dır. Zeus, Pandora’ya içinde bütün kötülüklerin bulunduğu bir kapalı kutu verir ve onun insanlara yollar. Epimetheus, Pandora’nın güzelliğine vurulur. Kardeşi Prometheus’un “tanrılardan armağan almaması” yolundaki öğüdüne aldırmadan onunla evlenir. Pandora merakını yenemeyerek bir gün kapalı kutuyu açar. Kutudaki bütün acılar, kötülükler insanlar arasına dağılıverir. Epimetheus yetişip kapayınca “umut” kutuda kalır ve insanlık o günden bu yana umudun peşinden koşar, umudu arar…
Hayır, hayır… Bütün Yunan efsâneleri gibi bu efsânede büyük bir yalan üzerine kurulmuş bana göre. Umut; hava gibi, su gibi ihtiyacımız olan umut, ne Yunan’ın kıskanç tanrılarının elindedir ne de Pandora’nın kutusunda… Bazen bir çocuğun, bazen genç kızın, bazen bir annenin, bazen de Dündar Taşer gibi bir mücadele ve fikir adamının gözbebeklerindedir umut.
“Dündar Taşer hakkında ne yazılabilir? Hangi vasıflarıyla anlatılabilir?” sorularıyla kendimi muhatap kıldığımda onu anlatabilecek tek kavramın “umut” olduğunu gördüm. Şu an elimde tuttuğum, Marmara Kıraathanesi sohbetlerinin müdavimlerinden Ziya Nur’un hâtıra biçiminde kaleme aldığı “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” adlı kitabın her satırı, her paragrafı âdeta umut saçıyor. Bugün yaşamakta olduğumuz toplumun bütün katmanlarına, siyasetten sanata, eğitimden iş dünyasına kadar sirayet eden yozlaşma ve meflûciyet hâllerini onun bakış açısıyla değerlendirdiğimizde bunu daha net bir şekilde görürüz. O bugün aramızda olsaydı bütün bu olumsuzlukları doğum sancısı olarak niteler ve şüphesiz şöyle derdi: “Türk’ün cezri Sakarya’da bitmiştir. Yeni bir med devrine girme çabasındayız. Bu med olacak ve Türk milleti eski azâmetine kavuşacaktır. Bunun sancıları ve ızdırapları içindeyiz.”