Üç gün önce bir maç görevindeydik. Şehrin ezelden beri rakip olan iki takımının karşı karşıya geldiği müsabaka her zamanki gibi olaylı şekilde sona ermişti. Bende bir şey yoktu. Fakat Hacı Abi’nin kafasına tribünden atılan bir koltuk denk gelmişti. Dikişlik bir şeyi yoktu. Buna rağmen acil servisteki doktor yine de istirahat raporu verebileceğini söyledi. Ancak Hacı Abi bu teklifi reddetti. “Elimizde çok sayıda faili meçhul var hocam, teşekkür ederim.” diyen bu ihtiyar kurda “Abi be,” dedim “ne olur yâni üç gün dinlenseydin.” Bu sözlerim üzerine kaşlarını kızmışçasına çattı ve “Olmaz birader, haybeye istirahat mı olur?” deyip devam etti: “Maaş alıyoruz devletten, çoluk çocuk buradan nasipleniyor. Hem boş ver sen, fazladan çalışalım ki devletin bizden alacağı olacağına tam tersi bize borcu olsun!” Onu ikna edemeyeceğimi biliyordum. Kaldı ki haksız da sayılmazdı. Elimizdeki dosya sayısı yine artmıştı. Üç gün önce evinde ölü bulunan ihtiyar kadın olayı da bunlardan biriydi. Kadın küçük bir apartman dairesinde tek başına yaşıyordu. Boğazı sıkılarak öldürülmüştü. Olay yerine gittiğimizde ilk fark ettiğimiz şey kırık bir pencere camı oldu. Kadın zemin üstü birinci katta oturuyordu. Hacı Abi ile pencerenin önünde durduk ve aşağıya baktık. Cam parçaları bahçenin sararmış otlarının üzerindeydi. Bu durum aklımıza ilk kılçığı getirdi. Belliydi ki ortada bir senaryo vardı. Ancak bu tezgâhı kuran katilin aklının çok da çalıştığı söylenemezdi. Çünkü normal şartlar altında daireye giren bir kişinin pencere camını kırması durumunda cam parçalarının evin içine düşmesi gerekirdi. Oysa olayımızdaki cam parçaları dışarıdaydı. Yâni pencere içeriden kırılmıştı. “Kim olabilir bu uyanık katil?” diye soran Hacı Abi’ye gülümseyerek baktım.
Araştırdığımız ilk konu kadının yakınları oldu. Kadın eşinin ölümünün ardından yıllardır yalnız başına yaşamaktaydı. Yürümekte güçlük çektiği için dairesinden dışarı da çıkmıyordu. Eşinden kalan emekli maaşı tek geçim kaynağı idi. Çocukları olmamıştı. Kendisinin akrabaları ile de irtibatı bulunmuyordu. Sâdece eşinin iki yeğeni ile temas hâlindeydi. Yengelerini çok seven bu vefalı iki yeğen iki veya üç haftada bir ziyarete geliyorlardı. Böyle olunca ilk olarak yeğenleri inceledik. Büyük yeğen bir kitapçıydı ve cesedi de ilk o bulmuştu. Diğer yeğen ise kuafördü. Sıkı bir araştırma ve sorgu sürecinin sonunda her ikisinin de cinayetle ilgilerinin olmadığı sonucuna vardık. Kadının ölümü hiçbir şekilde yeğenlerin çıkarına değildi. Çünkü öldürülen kadın kirada oturuyordu. Öyle birikmiş parası veya mücevherleri de bulunmuyordu. Yâni ortada cinayet sonrası elde edilecek bir mal varlığı yoktu. Maktulümüz dışarı çıkamadığı için günlük alışverişini yakınlardaki bir market marifetiyle görmekteydi. Bir market görevlisi her sabah ekmeğini, gazetesini ve sigarasını getiriyordu. Bunu öğrenince doğrudan market görevlisine yüklendik. Ancak karşımıza minyon bir kızcağız çıktı. Cinayeti öğrendikten sonra girdiği şoktan kurtulamamış gibiydi. Olay günü sabahında yaşlı kadına siparişlerini vermişti. Kadın her zamanki gibiydi. Sıra dışı bir görüntüsü yoktu. “Herhangi bir tedirginlik de mi yoktu yüzünde?” diye sordum. Yokmuş. Bunun üzerine Hacı Abi zarf attı: “O hâlde neden öldürdün kadıncağızı!” Bunu duyan kızın çenesi titremeye başladı. Öyle ki “Ben neden öldüreyim o teyzeyi, müşterimizdi o bizim.” cümlesini bile güçlükle kurdu. Hacı Abi fazla uzatmadı. Kızın katil olmadığı hâl dilinden de anlaşılabiliyordu. Bununla birlikte onu hemen liste dışına itemedik.